“Hatırlarım Gülüşünü”

 

 

Floresan ışıklarının altında gözlerini açtı. Sol elinin üzerinde büyük ve keskin bir acı hissetti, elini hareket ettirmesine mani olacak kadar büyük ve keskin bir acı. Göz ucuyla ve güçlükle eline bakabildi. Şeklini kaybedecek kadar şişmişti ve merkezden etrafa doğru kırmızıya evrilen mor lekeler vardı. Saçları, alnına ve şakaklarına yapışmıştı. Gözlerini, kabulleniş ve teslimiyete benzer bir hisle tekrar kapattı. Üzerinde yattığı mavi muşamba örtünün, parmak uçlarında gittikçe ısınan serinliğini duya duya ve yoğun bir hastane kokusunun baskısı altında düşüncelerini toparlamaya çalıştı. Kalbinin, çirkin ve biçimsiz ellerin arasından kurtulduğunu tasarladı. Sebepsizce. Şimdi de artık kıyıyı hiç göremeyecek bir gemi biçiminde düşündü onu. Kıpırtısız, sessiz, mavi, sakin bir deniz; kıpırtısız, sessiz, mavi, sakin bir gökyüzü arasında bir gemi. Ve böylelikle nerede olduğunu kimsenin umursamadığı bir gemi. Sesler; konuşma sesleri, ayak sesleri; yaklaşan, uzaklaşan, telaşlanan, talep eden, reddeden, soran, açıklayan… sesler. Ayak ucuna ya da baş ucuna kadar yaklaşan sonra ayak ucundan ya da baş ucundan uzaklaşan sesleri umursamadı. Gözlerini açmadı. Sadece ısındıkça parmak uçlarının mavi muşamba örtüdeki yerini değiştirdi. Saatler tükendi. Sesler silindi. Ona bir enkaz bırakmışlardı, olanlardan ve olmayanlardan bir enkaz. Başını yastıktan kaldırmayı denedi. Denedi. Doğrulmak için ellerinden destek alırken sol elinin üzerine ani bir acı saplandı. Temkinli ve ağır hareketlerle doğruldu. Aynanın önünde durdu. Korkuyla kapattı bakışlarını kendine. Ne kadar sürdüğünü bilmeden yavaş yavaş cesaretini topladı. Aynaya baktı. Dikkatle baktı. Enkaz kendisiydi. Doktor, bezgin ve ciddi sordu: Bu kaçıncı? Oturduğu yerde ayaklarını hızla sallarken cevap verdi: Sonuncu. Doktorun yüzü yılgınlık ve öfkeyle değişirken tekrar, sonuncu, dedi; bu defa da başaramazsam artık ecelimi bekleyeceğime söz verdim. Kime? Elbette kendine. Söz verebileceği kimse yoktu. Doktor, sorusuna cevap alamayınca ellerini önce iki yana açtı, sonra çenesinin altında birleştirerek boş ve yorgun gözlerle baktı. Gideyim mi, dedi. Cevap beklediği bir sorudan çok, hayati bir talebe benziyordu. Gözlerini yavaşça kapatıp açarak talebe olumlu yaklaştı doktor. İster istemez sevindi. Kısa sürdü. Herhangi bir şeye sevinebilmesinden memnuniyet duydu. Kısa sürdü. Kapının yerini düşündü, tayin etti. İkinci denemesinde doğru tarafa yönelmeyi başarabildi. Çıktı. Ne tarafa yürüyeceğinin hiçbir önemi yoktu, herhangi bir yere gitmiyordu. “Ani bir üzüntüyle bu rüyadan uyandım”* diye mırıldandı. Öyleydi. İnsan, ne kadar yavaş bir şekilde ve yüksek bir irtifaya ulaşırsa düşüşü de o nispette hızlı ve sert oluyordu. Nice gerçekçi görülse de rüya, rüya idi ve bir kez uyandırıldıktan sonra isteseydi de görmeye devam edemezdi. Bu rüyayı bir gösteren vardı ve artık bu rüyadan uyandırmıştı. Gerçeğin şafağı sökmüştü bir kez; güneşi de yükselecek, yükselecek ve hükmünü icra edecekti. Kim bilir, bir daha zevale erecek miydi? Artık Meryem olmayacaktı. Hiç. Belki olmamıştı da. Meryem’in ilgisinden kusursuz bir malihulya alemi kurmuştu belki. Şimdi o ilgi çekilince alem; herhangi bir parçası iki parçaya ayrılamayacak kadar parçalanmış, un ufak olmuştu. Gerçekten. Biliyordu; insan, sadece kaybederek gerçek sevginin ne olduğunu anlayabilirdi. Anlamıştı. Anladıkları, bir malumat enkazı olarak içine yığılmıştı. Evet, enkaz kendisiydi. Son derece pahalı ama bir daha işine yaramayacak, güçlenmesine de faydası olmayan bir tecrübeydi edindiği. Güçlü ya da zayıf olmak umurunda değildi zaten. Bin bir ihtimal arasında hevesle yürüdüğü yollar, duvara çıkmıştı. Halbuki o, eşyayı dahi beklentiye sokmaktan korkardı. Su içmeyeceği bardağa elini uzatmazdı. Korkardı. Hele ayırmaktan. Su üzerinde bilmem kaç kez sektirme çabasıyla kim bilir nice çakıl taşı yerinden yurdundan edilmişti. Çiçek, dalından bir kez koparılırdı. Yürüdü. Şu ya da bu tarafa olmasını umursamadı. Herhangi bir yere gitmemeye devam ediyordu. Yoruldu. Olduğu yere oturdu. Oturmaktan çok, yığılmak gibiydi. Ellerinde, nefesinde, ruhunda efsunlu bir zehir duydu; baktığı, dokunduğu her yere sirayet eden bir zehir. Her şeyi yarım, eksik, yanlış yaşa/t/maya ayarlanmış bir biçimdeydi. Beklemekten sıkıldı. Bir daha kendine söz vermemeye karar verdi. Yeni bir sonuncu için yollar aramaya koyuldu.

 

*Yahyâ Kemâl Beyatlı / Ses

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.