Yakarış: Yanarak Uyanmak
Dua, dua, eller karıncalanmış
Yıldızlar avuçta, gök parçalanmış
Gözyaşı bir tarla, hep yoncalanmış…
Bir soluk, bir tütsü, bir uçan buğu;
İplik ki, incecik örer boşluğu
Necip Fazıl Kısakürek
Dua Arapça bir kelimedir ve Türkçemizde de çokça kullanılan davet(iye) ile aynı köktendir, çağırmak, çağrışım yapmak anlamındadır. Bu çağrı Allah’adır elbette, kul olmanın aciz kalmanın vasfı olarak, kibir ve küstahlıktan azade olarak. Ancak bu çağrı sonuçta Allah’ın/Allah’tan yapılması istenilen bir çağrı değildir asla. Allah ile ilgili olan kısım çağrışım içindir, çağrı için değil. Çağrı kişinin kendisinedir, kendisiyledir; eylemleri nazarında tashih ve kararlılık için. Allah’a çağrıda bulunması, bu minvalde çağrışım yapması ve bunu hep aklında tutması, hafızasında hatırasında kalıcı olması içindir. Dua şehadet etmenin şahit olmanın ve aynı zamanda çağı tanıklığa çağırmanın adıdır. O kesilmenin yolu yordamıdır. “Duanız olmasa Rabbım sizi önemser miydi” ayeti (Furkan 77), kendini yenilemenin kendine dönmenin kendiyle halleşmenin bir gereği olarak farkındalığı ermek noktasında bir dikkat kesme, bir öneride bulunma biçimidir. İşte bu bir şehadet eylemidir ki, bu olmadan yaşamanın anlamı olmayacaktır. Tanık olma hadisesinin tan vakti ile kökensel bir ilişki ve doğrusal bir bağlantı kurulduğunda dua her gün yeniden doğuşun, doğuştaki muştunun bir göstergesi olacaktır. Bunun içindir ki ister dönüş içersin (tevbe) ister bağışlanma dilensin (istigfar) hepsi bir yakarış içerir (dua). Buradaki yakarışın yakma fiili ile ilişkisi çok barizdir. Yakarış dolayısıyla dua, bir yanmayı içerir ve yanmak fiilinin uyanmak ile aynı kökten olduğu unutulmamalıdır. O halde bu eylemi tanık olma çerçevesinde tekrar ele aldığımızda, dua için tan vaktine erme açısından yanarak uyanma anlamını vermek pekâlâ mümkün ve bir o kadar da manidar olacaktır. Bu yanış, sabaha eriş kadar kendisi üzerinden kendisiyle aydınlanma içerir.
Dua aslında kişinin kendini bulma ve kendince eyleme yönüyle bir sözleşme hatta yeminleşmedir. Kişi söylediğine sadıksa O da kişiye sadık olur ve elinden tutar. Bu açıdan bakıldığında dua bir yönerge bir emir değil, Allah da bu istekleri yerine getirmekle memur değil. O kişinin eylem ve söylemleriyle ilgilidir. O kişide değişiklik yaparsa yapar. Değilse Allah düzeltmez ya da bozmaz. Dua etmede ve istenilen sonucu görmede en büyük sıkıntı işte bu arz-talep ilişkisinin yanlış kurulmasında yatar. Kur’an’da “dua edin ki size icabet edeyim” ayetinin (Mü’min 60) varolması, bu yanlış anlayışa yanlış bir destek bulma mahiyetindedir. Buradaki icabet, bir önceki satırlarda dişle getirilen “işe yarama ve önemsenme” açısından bir icabet içerir, yoksa istenilenin yerine getirilmesine vazifeli olmak anlamında değildir. Dua kulluğun gereğidir, müstekbirleşmemek mağrurlaşmamak müstağni olduğu zehabına kapılmamak için bir ruh halidir. Bu ruh halinin ciddiyeti ve kıymeti ise eylemle sadır olur. Yakarış, günahları yaktığı gibi güzellikleri de aydınlatır. Tüm bunlar tamamen kişiye bağlıdır. Çünkü istemek, aslında yapabilmektir ve başarmanın da öncülüdür. Tabi burada neyin nasıl istendiği de önem arzeder. İsteğin kıymeti ve isteyişin ciddiyeti, kişiliği açığa çıkarır ve sonuç biraz da ona göre şekillenir. Çünkü istek üzere ağızdan çıkan söz yaratıcıdır. Eğer bir yaratım meydana getirmiyorsa ya da tam tersi bir yaratım gerçekleşiyorsa, bu kişinin kendi eylemlerinin sonucudur biraz da. Tabi ki hayatta herşeyin akış halinde oluşu ve bu hareket çeşitliliğinin sonsuz korelasyonlarla farklı ilişki/iletişim biçimi vesilesiyle çoklu sonuçlar doğurabilme durumu, kişi gereği gibi istese ve gereğini istese de, sonuç istenmeyen şekillerde olabilir. Bu durum duanın zayıflığı ya da gereksizliğini değil bilakis bir açıdan istemin ve isteyişin gözden geçirilmesini salık verdiği gibi başka açıdan da farklı sonuçlar üzerinden de ham edebilme yeteneğini sağlar. Bununla açıklanmak istenilen, aslında determinizmin/mekanizmin her zaman her yerde aynı şekilde geçerli olma ihtimalinin olmadığına ilişkin bir uyarıdır. “İstedim/yaptım, oldu (ya da olmadı)” türünden sevinçler/sitayişler, bu mekanik anlayışın sonucudur. “Tecellide tekrar yoktur” diyen ibni Arabi, bununla aynı zamanda tecellinin sonsuz ve eşsiz olduğunu söylemek istemiştir. Bu sonsuzluk ve eşsizlik hali, aslında telafi edişlere ve yeni ufuklara kapı aralamak içindir. Bu yüzden bizim geleneğimizde “keşke” türünden ah’lama, vah’lama olmaz; bunun yerine “olanda hayır vardır” telakkisiyle tevekkül içeren anlayışlar vardır. Olan, olacak olana göre yeğdir. Çünkü mevcut hale gelmiş ve bir yüzleşme sağlamıştır. Bu ise başlıbaşına pozitif bir durumdur, belki de bir kazançtır. O halde şartlar ne olursa olsun olanda hayr umularak zuhurata tabi bir biçimde yola revan olunur, devam edilir. Bu açıdan bakıldığında bizim geleneğimizde geçmişe ait nostalji olmadığı gibi geleceğe ait ütopyalar da olmaz. Romantik ve Futuristik tarzlar/tavırlar olmaz. Duaların ve dualar sayesinde kişinin ehemmiyeti, Rabbimizin değer verişi bundandır; Rabbimizin icabeti de bunadır aslında. Bu öylesine derinlikli ve incelikli bi haldir ki, dua edilmesi istenilirken, icabet edileceği haber verilmişken İbrahim (as)’ın “ne isteyim ki” sözü, duadan ictinap etmek, kendini müstağni görmek değil tam tersi olana, akışa kendini bırakma biçimidir: zuhurata tabi olma. Zira ateşten kurtulma isteği duanın yakışı ve aydınlatışına ket de vurabilir ve bu bir uyanmayı değil bilakis uyuklamayı sağlayabilir. Yanması gerekiyorsa da Rabbi bilmektedir, yanmaktan kurtulması gerekiyorsa da… Çünkü İbrahim (as) bilmektedir ki her halukarda hamd ve tevekkül ile yanış ve uyanış sağlanacaktır. Aynı tavır Resulullah’ın hicret esnasındaki durumu için de geçerlidir. O sekansta da insanlar zarar vermek için toplanmışlardı da, Yüce Resul, İbrahimi söylemi yinelemeişti sadece: “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.” (Ali İmran 173). Bu, dua edişten çok öte, bizzat dua kesilmektir. Yürüyen eyleyen bir dua formudur ki, hakiki dua işte budur.
Dua kişinin kendisi için olabildiği gibi başkası için de geçerlidir. Ancak kişi başkası için dua etse bile aslında bu yönüyle kendisiyle yüzleşmedir, halleşmedir. Kendisi ya da başkası için de olsa dua kişi için kendine aynadır. Nasıl ki kendisi için neyi nasıl istemesi önem arzediyorsa, başkası için de ona ait isteme şekli ve çeşidi de kıymet biçimini gösterir. “Kendi için istediğini kardeşi için de istemedikçe kişi gerçek mü’min olmaz” diyor Resulullah. Bu açıdan gönülden geçirme de bir duadır aslen, bir tebessüm etmesi de bir duadır. Duanın sadaka olması da buna bağlıdır. Sadaka sadece maddi değerler üzerinden gerçekleşmez, ama o da vardır ve belki de önceliklidir. Lakin maddi değerler olsa dahi onun verilişini sol elin bile görmeyişidir dua. Hatta yaptığı iyiliği unutmasıdır dua; tıpkı alan için unutmaması gereği gibi. Adına sadaka denilen fiilin maddiyat içermeyen bir kelimeden ziyade tamamen bağlılık içeren ve dayanışma serdeden bir kelime ile anılması dikkate değer bir husustur bu yüzden. Duasına sadık olmalı insan, sadakasını da dua niyetiyle yapmalı; ne istediğinin, kime istediğinin, nasıl istediğinin, niçin istediğinin bilinciyle tasdik içinde musaddık olarak. Değilse o üzerine veyl edilen bir salattır, çünkü mürailik içerir.
Salat ifadesi ile dua ifadesi de bu açıdan birebir örtüşür. Bu örtüşme yukarıdaki satırlar düşünüldüğünde salat etmenin kıymetini ve sıhhatini de göstermiş olur. Salat, kelime anlamıyla ateşten çıkmayı ifade eder. Sala fiili ateşe atmak demek iken, salla fiili ateşten çıkmak demektir. Dua bir yakarış ise bu demektir ki dua da bir salat, salat da duadır. Allah’ın Meleklerin salatından bahseden ayet, kuşkusuz bu eşdeğerliliği göstermek içindir; yoksa Allah ve meleklerin namazı kastedilmemektedir (Şüphesiz, Allah ve melekleri Peygambere salat ederler. Ey iman edenler, siz de ona salat edin ve tam bir teslimiyetle ona selam verin/Ahzap:56). Bu karşılıklı bir yönelim biçimidir. Allah ve meleklerin nardan nura sevkedişine paralel olarak, mü’minler de genelde dua özelde salat ile hem kendileri hem de birbirleri için bir tenvir hareketini doğururlar (Allah iman edenlerin dostudur; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır/Bakara:257) Elbette her dua bir salat, her salat da bir duadır. Salatın namaz şeklinde algısı, ona ikame fiilinin eklemesiyle sözkonusudur. Bu demektir ki Kur’an’da salat fiilinin namaz anlamına gelmesi, ikame terkibi iledir. Salatı ikame terkibi namazı içerir. Bu da duanın özel bir formu olduğunu gösterir. İkame fiilinin kullanılması da çokça manidardır, çünkü ikame ayağa kaldırmaktır. Salat bir dua ise onu ayağa kaldırmak, onunla hemhal olmak gerekir. Mü’min için namazın miraç olarak değerlendirilme sebebi de budur aslında. Dua bir salat olarak buna bir ön hazırlık, ön koşuldur. İkame ile bu yükseliş sağlanır. Ancak bu ikame, beraberinde bir çok dayanağı da getirir; oruç ve hac gibi menasikler yanında, zekat verme ve sıdk üzre olma gibi hasenatı da bu dayanakları sağlamlaştıran diğer unsurlardır. Sadaka ile ilgili sözler hatırlanırsa sıddık olmanın yolu böylece kendiliğinden açılmış olur.
Rüya gibidir dua, bir bakıma. Nerede/nereye düşerse ve nasıl düşünürse insan, onu düşler. Bu talebin ve faaliyetin nerde nasıl karşılık bulacağı da biçimsel olarak belirmez. Kişideki değişimle başlar. Dua kendini görmenin ve olumsuzluk hali varsa düzeltmenin, olumlu halde ise kararlılıkla devam etmenin dile dökülüşüdür. Değilse hayr olsa, istediği olsa dahi şerre tebdil eyler.