Nerde O Eski Ramazanlar?

Salgının getirdiği zarûrî uzletten olsa gerek, nostaljiden hoşlanmayanlarımız dahi eski ramazanların özlemini çekiyor. İnsan birlikte olmaya meyilli tabii. Eh, sahici birliktelikler de benzer duyuş ve düşünüşler etrafında ortaya çıkıp gelişiyor. Sahuru, mukabelesi, iftarı, teravihi… her motifiyle birliğin ekseninde devran eden bir iklim ramazan. Müsamaha ve hoşgörümüzü şu veya bu nispette artırdığımız; sevgi, sabır, yardımlaşma, empati gibi olumlu hasletlerimizi elden geldiğince geliştirdiğimiz, en azından artırmamızın ve geliştirmemizin gerekliliğinden haberdar olduğumuz, kutlu günlerdeyiz. 

Alışageldiklerimizden farklı ikinci ramazanımızı idrak ediyoruz. Halen salgının gölgesindeyiz. Davet edemiyor, davet edilemiyoruz. Orhan Veli’nin “Yalnızlık” şiiri, bu ölçekte insan tarafından ilk kez bu kadar anlamlı bulunuyor olmalı. 

Yalnızlığın en tabii sonuçlarından biri de elbette hatıralardır. Yerine göre bir şarkı, bir nesne, bir koku, bir kelime… bilinçaltınızın kapısını açar, tutar ellerinizden ve -uzak ya da yakın- kişisel tarihinize alır götürür sizi. 

Böyle bir anahtar bugün benim de elime geçti. Neler gördüm, neler duydum neler…   

Fabrikalar, atölyeler, dükkanlar… Mavnalar, tekneler, sandallar… Camiler, havralar, kiliseler… Burada bütün zıtlar, bir rüyada karıla karıla gerçeğe dönüştürülmüş sanki. Her ışık, her gölge, her yüz tanıdık; tabii her yapı da. 

Handan Ağa ya da tercih edilen ismiyle Kuşkonmaz Câmii, Fâtih devrinden kalma bir eser. Adı anılınca Üsküdar’daki adaşı akla önce gelir amma bizim Kuşkonmaz, Hasköy semtinde.   Konuşlandığı iklimin havasına mütenâsib bir vakâr, tevâzû ve zarâfet örneğidir. Kuşkonmaz Camii bağırmaz, ısrar etmez; Boğaz’ın değil, Haliç’in kıyısındadır ama yerini kendine yakıştırır. Sâmiha Ayverdi Hanımefendi’nin millî gayretlerinden hissesini almış, azîz hatıralarını ulu çınarının gölgesinde taşıyan bir bahtiyârdır aynı zamanda. 

Daha neler sayıp dökerim de yerim dar. Kozanın ilmekleri bu şirin âbidenin sâyesinde örüldü, istiridyenin kabuğu ikliminde açıldı.

Mekân ve insan arasında tuhaf bir münâsebet var. Göçen ne gördü, biz ne görüyoruz, gelen ne görecek? Dekor değiştikçe gördüklerimiz geçip gidiyor sanıyoruz. Halbuki geçip gidenler bizi de alıp götürüyor. Ağaç yavaş yavaş çürüyor da biz gittikçe yeşeriyor muyuz, âşinâ çehreler bir bir göçüyor da biz kalıyor muyuz? Renkler de soluyor, benzimiz de. Al gözüm seyreyle…

Bilen bilir, Kuşkonmaz ve Âkif Hoca, biri diğerinin yerine geçecek kadar birbirlerine karışmıştır. Sanki ne biri yıkılacak ne biri ölecek, ilelebed birlikte kalacaklar gibiydi. Mekânla insan arasındaki ilişkinin en canlı örneklerinden biriydi onlarınki. 

Merhum Âkif Hoca, hem kılığıyla hem kıyâfetiyle tam bir beyefendi idi. Yürümeye başladı mı geçtiği yerde ne varsa vaziyet alırdı. Günün çizgisine uygun şık takım elbiseler, elbiseye yakışan gömlekler, tam uyumlu kravatlar, pırıl pırıl ayakkabılar… özenle taranmış ve hiç ihmâl edilmemiş saçları, sakalları…  Her zaman iki dirhem, bir çekirdek. Her haliyle zarîf adamdı. 

Ne temsîl ettiğini bilirdi ve temsîl hâlinden hiç gâfil olmazdı. Velînin de hatırını güderdi delinin de. Merhametliydi. Görürdü, örterdi; bilirdi, saklardı. Hâl’den bilirdi, halden söylerdi. 

Uzun ve mutlu yıllarda komşu olduk. O komşuluk hukuku içindeki rahatlığa, çocukla çocuk oluşlarına rağmen bir kez hafiflediğini görmedik. Çatkapı gelir, kahvesini içer, güler, güldürür, hakkı söyler, giderdi. 

“Ulu mâbedde karıştım vatanın birliğine”

Kuşkonmaz mütevâzı bir yapı olsa da vatanın birliğinden halî değildi elbette. Âkif Hoca mübârek gecelerde hem kendine hem Kuşkonmaz’a her zamankinden daha da ihtimamlı davranır, ve böyle gecelerde Sakal-ı Şerîf açardı. Yine öyle bir gecede Kuşkonmaz; ışıklar, renkler, gölgeler ve Büyük Itrî’nin salâvâtlarıyla çalkalanıyor. O selin içinde, babamla sıradayız. Sakal-ı Şerîf’in karşısına geçen, huşû ile salavâtlar getiriyor. Heyecânım artıyor, artıyor ancak sıra bana geldiğinde mübârek Sakal-ı Şerîf’i görmeye boyum yetmiyor. Takılıp kalmışım demek ki… 

Âkif Hoca nemli gözleri ve titrek elleriyle Sakal-ı Şerîf’i kâidesinden alıp eğiliyor; öp oğlum, diye fısıldıyor.

Allah göçenlerimize rahmetiyle muamele eylesin.

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.