“Rüzgârın Önüne Düşmeyen Âdem Yorulur!”

-Nümâyiş ve gösterişler âleminde sahici olanı, hakîkatin peşine düşüp hikmet dileneni nasıl anlayacağız?

-Beşer, her duyduğu cümlede hakîkat kırıntıları ile beslenmeye gayret ederken açlık hissi peşini bırakmıyor ve sırtını yasladığı yerler bir bir yıkılıyorsa ne yapmalı?

-Herkesin hemfikir olup bir kavram hapishanesine sıkıştırdığı “insan” doğru bildiğini mi yapmalı yoksa doğru olarak tayin edileni mi? Yoksa ikisi de aynı şey mi?

-Yaşamak; sathî, günübirlik zevk ü safâdan mı ibaret?  Veya yaşamak, ruhun kor oluşlarının ferahlattığı anlara teslimiyet midir?

Sorular, cevapları işaret eder kimi zaman… Zaten taacubkârâne sualler inşaa etmek, alelâde hususlara cevap aramaktan çok daha mühim!

***

“Oldu ser-mâye-i hayret bana bîm ü ümmid

Bilemem eyleyecek girye midir hande midir?”

(Korku ve ümit bana hayret sermayesi oldu; bilemiyorum, yapılacak iş ağlamak mı yoksa gülmek midir?)

Nâbî birbirine zıt gözüken hususların birbirinden ne derece beslendiğini ne de güzel izah ediyordu bir beyitle. Ummak, ümit etmek bir korkuyla beraber ömür sürmek mecburiyetinde idi. Bu iki husus, birbirini ne kadar beslerse o derece hayat bulacaklardı.

***

Gayret bir idrak ile müşterek hareket etmediği vakit hamallıktan ziyade bir anlam taşımıyor olsa gerek… İdrak edemediklerimiz kadar eksik olduğumuzu düşünmek gerekse de insan idrak edebildikleriyle varoluş sırlarına kadem basıyor. Bu sebeple idrak kabiliyetlerimizi küçümsemek yaratılışa hakaret nevinden! Söz deryasında boğulurken kurtuluşu kollarını çırpmakta bulanlar can simidinin canlarında mahfuz olduğunu bulmuşlardır belki de…

Fasih Dede; “Rüzgârın önüne düşmeyen âdem yorulur.” Derken hayatı kuralına göre yaşamayanın çekeceği çilelerden bahsetmiş olabilir mi dersiniz? Rüzgârın dünya hayatını sembolize ettiğini varsayar isek rüzgâr bizi nereye götürürse mantığıyla değil rüzgara rehber olmak için düşüyoruzdur belki de önüne. Aksi halde rüzgârın peşinden gitmemiz gerekmez miydi? Rüzgârın hızından nemalanmak, zaman denen mefhumu yenebilmek gerek yaşanılan ömürle. Hayatı nasıl yaşarsak zaman o derece lehimize işler. Hoca Ahmet Yesevî gibi Yunus Emre gibi Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî gibi asırlarca yaşamak dahi mümkün bu izahla. Yeter ki rüzgârı yani hayatımızı önümüze almaktan korkmayalım. Aklımızı, dilimizi, kalemimizi layıkıyla kullanmayınca bu hayatı yaşayanlardan sayılabilmek ne derece mümkün?

***

“Marifet, erbâb-ı istidâda devlet-bahş olur”

(İlim, kabiliyetli kişilere mutluluk bağışlar.)

İlim yolcuları, derdin ve derde deva arayanların tuttuğu yoldur. Bu anlamda düşünüldüğü vakit Muallim Naci’nin dert sahibi olanın tuttuğu yolda tüm varoluşsal sancılarına rağmen elde ettiği hakikat nimetinin kendisine mutluluk da ihsan ettiğini söylemesi ise pek yerindedir. Zira dert sahibi olmak ve mutluluk mefhumları birbirine pek ilişiktir. Demek ki mutluluk kelimesi de materyalizme prangalanmadan evvel böyle hür dolaşıyor imiş cümlelerde. Ancak unutmamalı ki tüm kelimelerin esaret kilidinin anahtarı bizlerde yani fehmetme gayretinde.

İsmet Özel hayatının serencamını anlattığı eserinde “Ömrümüzün her aşaması bilgisizliğimizi geride bırakmamıza vesile olduğu nispette değer taşır.” Derken dahi şüphesiz ki ilmin, hakikat arayışımıza açtığı yüce kapının değerine işaret ediyordu. Ancak kastedilen bu bilginin mahiyeti üzerine de düşünmek icap etmez mi dersiniz?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.