“Doğruluk, güçlünün işine gelendir.”
Platon, hakikatin bilgisi için akıl yürütürken böyle bir cümle kuruyor eserinde. Peki bu cümle ne kadar doğrudur? Doğru olanı bulup anlamlandırmak için doğruluk derecesini de sorgulamak icap eder.
Herkes kendisi için değerli olanı sahiplenip korurken o şeyin adına hakikat diyor. Hayatı anlamlandırma gayretinin kendisi dahi bir hakikat iken bunu göremeyen nice ademler, çırpınışlarının neticesiz olacağı vehmiyle bir oraya bir buraya savruluyor.
Kimsenin yanılmama lüksü yok bu evrende! Güçlü dahi işine geleni yaparken farkında olmadan ona zarar verecek bir şeyi de işine gelen zannederek yapabilir. Ve bu hata onu doğruya sevk edebilir pek tabii. Yani hakikatin; hayattaki her şeyde aranması gereği, güçlünün işine gelen hususlarda da geçerli.
Hakikat, bin evsaf ile dahi beyan edilemez iken yaşadıklarımızda zuhur edişi ise pek manidar. Neden mi dersiniz? Çünkü çoğu şey gibi hakikat de ahkam ile değil, deneyim ile bulunabiliyor. Herkes hakikatini bina etmekle vazifeli. İnsaoğlunun en hayırlı hayratı da bu olur herhalde.
Hakikat elbette birdir. Bizlerdeki vahdet anlayışı da buna delalet! Ancak o tek olan hakikati bulma serencamımız her ferde özgü ve biriciktir.
Bir husus hakkında nasıl ki bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunamaz, deniyor ise hakikati, doğru olanı bulmak için evvela bilgi deryasına girmeyi, o “ateşten denizde mum olabilme”yi göze alabilmek gerek!
“Hikmet, Hakîm isminin tecellisidir.” Bizler bu tecelliden payımıza düşeni bir behre dahi olsa almakla mükellefiz. Aynı anda hem gardiyan hem de mahkumuz. Zindanı bekleyen, mahkum ile aynı kişi. Bu, niye mi dersiniz? Dışarıdan bakanın zindan addettiği mekan, eskilerin çilehane dedikleri, insanın kendini gönlüne hapsetmesi, kalbinden fetva isteyip anahtarı elinde olan zindanda yıllarca kilitli kalması!
Kendimize biçtigimiz roller; değerimizle muvafık olmalı, her daim terakkiye talip olmalıyız. İnsan, insan olması hasebiyle değerinin ve kıymetinin farkına varmalı tez vakitte! İnşa ettiğimiz “ben” adlı mahlûkun tüm vasıflarını bilmek icap ediyor. Nefsin şehirlerinin, hilebaz aktörleri kadar güvenli sığınakları da var muhakkak. Her adem hakikatin tecellisinin birer namzedi. Bu sebepledir ki kendi değerimizi bilmek, aynı zamanda kutsal bir görev!
Suyun akışı, mevsimlerin esen rüzgârı, yaprağın ve dalın sesi, yıldızların parıltısı ve en çok da insan kalbindeki sırlar sizce de bir şeyler anlatmıyor mu dersiniz? Kendisinden başka hiçbir şeyi aciz görmeyen kemâl ehli, evrendeki tüm hareketler, eli kulağında olan tüm ölüm haberleri idrak edebilenlere birer mesaj niteliğinde…
Zamanın süratli akışında hep bir geç kalmışlık duygusu… Hakikaten geç kalmıyor muyuz her şeye? Hakikat her an bizimle vuslatı beklerken bizler ona kavuşma ihtimalimizde ölüp firakımızda diriliyoruz! Her yaşadığımızı Hakk’tan bilsek de bize verilen irade hiç edilecek kadar değersiz midir dersiniz?
Hülasa-ı kelam, hayatı anlamlandırma azminin doğru yer tayinine ihtiyacı yoktur. Sırları gün yüzüne çıkarma sevdasında isek aynalara bir başka gözle bakmamız lazım geliyor. Günün muhasebesi, iş yerlerine mahsus, maddi alandan ibaret olmamalı, beşer gün içerisinde muhakeme edemediğini gün bitiminde muhasebe etmeli; zararın eşiğinden dönme gayretiyle yarınlara koşmalı, emin adımlarla…
Dökülen yapraklar, geçen zamanlar bir ibret vesilesi olmalı, nazar-ı dikkat ile bakabilene… Yaşama gayemiz yeniden ve yeniden mülahaza edilmeli. Ömürler kısa ancak her an bir ders mesabesinde. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin de dediği üzere:
“Ârifin istidadi vahyi idrake yetebilse
Her zerre Hakk’ın emrini getiren bir Cibril olur.”