1993 senesi. Bir televizyon programında iki gazeteci Kıbrıs meselesiyle ilgili olarak merhum Denktaş’a soru yöneltiyorlar. Sözün bir yerinde Kuzey Kıbrıs’ta o günlerde artış gösteren kaçakçılık olaylarını gündeme getiriyorlar. Konuyu ele alış biçimleri, soruyu kendileri ya da millet adına sormadıkları izlenimini veriyor. Adeta aylığa bağlandıkları mahfillerin borazanlığını yapar gibiler. Rahatsız edici bir dil kullanan bu iki tüccar gazeteci, saygısızlığı aleniyete dökmese bile gizliden gizliye KKTC’yi ve başında bulunan Rauf Bey’i sorgulayan bir tavır içindeler. Muhatabında kabahat arayan, onu devlet yönetimi açısından naehil bulan, milli olmaktan uzak bu tutumda sui niyet bütün çıplaklığıyla sırıtıyor.
Bir süre bu kışkırtıcı tavra sabreden Denktaş, Rum tarafı ile sürdürülen müzakereleri anlatırken sözün arasına bu mevzunun sürekli sıkıştırılmasına içerlemiş olsa gerek biraz sonra bu iki mendebura hak ettikleri cevabı veriyor: “Kardeşim! Kuzey Kıbrıs’ta kaçakçılık olayları arttı diye biz egemenlik hakkımızdan vazgeçip Rum’a teslim mi olalım?” Trajikomik cevap. İki yüzsüzün suratına çakılan bu tokattan sonra mevzu hemen kapanıyor.
Verdiğim bu örnek ne yazık ki bir istisnadan ibaret değil. Türkiye’de bu ihanetin beslendiği güçlü bir damar var. O itibarla her zaman milli duruşa aykırı düşen bu çizgi dışı tavrı görmek mümkün. Tıpkı bugünlerde olduğu gibi olağanüstü dönemlerde bu ilkesiz tavır, şartların zorlaması ve sahneyi dolduranların cüreti ölçüsünde alenileşebiliyor.
Yıllardan beri iktidara ve özellikle de cumhurbaşkanına karşı yürütülen yıpratma kampanyası da son günlerde maalesef böylesine bir hal almaya başladı. Meşru eleştirinin dozajı çoktan aşıldı. Cumhurbaşkanına düşmanlıkla gözleri kararmış bazı çevreler(!) bu uğurda her şeyi unutarak milletin bütünlüğüne kasteden düşmanla bile aynı safa düşmekten çekinmez hale geldiler. Adam fütursuzca “Erdoğan’sız bir Türkiye için HDP’de birleşiyoruz.” diyebiliyor. Bir diğeri “HDP’ye verdim oyumu. Yeter ki AKP kazanmasın.” demekten kendini alamıyor. “Düşmanımın düşmanı benim dostumdur.” mantığının bugünkü şartlarda bölücülük ve ihanetle eşdeğer hale geldiğinin farkında bile değil. Hakkını yemeyelim, belki farkında ama umursamıyor. PKK’yı bir terör örgütü olarak niteleyen cumhurbaşkanı, onların gözünde eli kanlı cani ve şehit cenazelerinin bir numaralı sorumlusu. PKK’yı terör örgütü olarak ilan etmeyen ve teröristlere kalkan olan HDP ise düzenin meşru partisi.
Bir ülke düşünün ki o ülkede cumhurbaşkanının konuşması istenmiyor. Ağzından çıkan her söz önce iğdiş ediliyor daha sonra da kendisine hakaret olarak geri dönüyor. Yaylım ateşinin hedefinde sadece o yok. Bu hakaret furyasından yakın çevresi hatta eşi ve kızı da fazlasıyla nasibini alıyor.
Bu zihniyetin gözünde ideal cumhurbaşkanı ya Fahri Korutürk gibi varlığıyla yokluğu arasında fark bulunmayan bir tip olmalı ya da Süleyman Demirel gibi kendisine sorulan soruları hep yuvarlamış ve meseleleri çözmeyip çürüterek siyasi ömrüyle birlikte milletin ümitlerini de tüketmiş bir kişilik olmalı. Beştepe’de oturan zat bu irtifaya düşerse problem yok. Birileri mutluluktan zil takıp oynar herhalde. Ama o farklı bir tavır sergiliyor ve “Dünya Beş’ten büyüktür!” diyerek sadece bu ülkede değil artık dünyada dabirtakım şeylerin değişmesi gerektiğine işaret ediyor.
Vay efendim, sen misin uluslararası sistemi sorgulayan? O yüzden kendisine “Sınırlarına çekil!” deniliyor. Konuşmaması, inandığını söylememesi lazım. Köşesinde uslu uslu oturmalı. Zaten saldırıların da hedefinde cumhurbaşkanını susturmak var. Hiçbir meseleye müdahil olmayıp etkinliğini yitirsin. Meydan yine eskiden olduğu gibi Boğaz’ın mösyö ve matmazellerine, Beyaz Türklere kalsın. Türkiye’nin yönetimi gerçekte arkalarında yüzde beşlik bir halk desteği bile bulunmayan bu oligarkların, mutlu azınlığın elinde olsun yine. Çıkacak kanunlara, yasa tasarılarına onlar şekil verip siyasilere servis etsin. Hükümet politikalarını onlar belirlesin. Bunun için de Tayyip Bey gibi güçlü bir siyasi figüre değil de söz dinleyen, etkisiz ve yetkisiz bir devlet başkanına ihtiyaç var elbet.
Seçilmişler değil de yine bir zamanlar olduğu gibi Türkiye’nin kaymağını yiyen oligarşik yapı siyasete yön versin. Hedef budur! Bugün bu yapı hala güçlü. Siyasi iktidarı kaybettiler ama Türkiye’nin iktisadi ve özellikle de kültürel iktidarı hala onların elinde maalesef. Seslerinin bu kadar çok çıkmasının, cumhurbaşkanını bile itham edecek kadar pervasız davranmalarının sebebi de o zaten. Fakat bu süreç devam ederse belki on yıl sonra hiçbirisinin esamisi dahi okunmayacak. İsimleri, künyeleri hafızalardan silinecek. Belki boy gösterdikleri medya yine olacak ama bugünkü etkinlik ve kudretinin yerinde yeller esecek. Gelişmelerden onlar da rahatsız ve doğmakta olan Yeni Türkiye’de yıldızlarının söneceğini bal gibi görüyorlar. Cumhurbaşkanına, gerçekte ise onun temsil ettiği milli duruşa karşı bu kadar hırsla saldırmalarının arka planında işte şimdiden görmeye başladıkları bu kâbus yatıyor.
Hani “Söz konusu olan vatansa gerisi teferruat”tı? Doğu’da adeta hayat memat mücadelesi verilirken her türlü garazı bir tarafa bırakıp iktidarın ve silahlı kuvvetlerin yanında olmak gerekmez mi? Terörle mücadeleyi askeri anlamda yöneten silahlı kuvvetler olsa bile siyasi planda bu mücadeleye yön veren sorumlu merci hükümet değil mi? Böyle bir ortamda, bazı yanlışları olsa bile, hükümete gerekli gereksiz atılan her taş acaba kimin işine yarıyor? Yolsuzluk söylentileri bile vatanın ve milletin birlik ve selametinin söz konusu olduğu bir dönemde ne kadar önem taşır? Bu, gemiyi batırmak için bir sebep olabilir mi hiç? Cumhurbaşkanının ağzından çıkan her sözün üzerine mim koymak, şüheda ile ilgili beyanlarını bile çarpıtarak onu tenkit edip yıpratmak için fırsat kollamak, haysiyet sahiplerine yakışıyor mu? Uluslararası güç odakları ile onların Ortadoğu’daki işbirlikçilerinin maşa olarak kullandıkları ve olanca güçleriyle destekledikleri taşeron örgüte karşı mücadele vermekte olan iktidarı ve devletin başı olan Cumhurbaşkanı’nı yıpratabilmek için adeta fırsatçılık yapmak neyin nesidir? Bugünkü şartlarda PKK terörünün hedefinde yer alan ve devletin ve milletin birliğini temsil eden cumhurbaşkanına, sapan taşı bile atmak caiz değildir kanaatimce.
Samimiyetsizlik diz boyu. Söz konusu olan vatansa tam Suriye meselesinin alevlendiği bir dönemde cumhurbaşkanından tabak, çanak, masa, klozet hesabı sormanın anlamı nedir? Bugüne kadar hangi devlet reisine, ikram ettiği yemeğin hesabı sorulmuştur? Beyler! Lafı eğip bükmenin hiç gereği yok. Gerçekte sizin için teferruat olan vatandır, aslolan ise zembereğinizi kuranların talimatlarıdır. Sağduyulu kitlenin bu gerçeği görmediğini mi zannediyorsunuz?
Bazı çevreler cumhurbaşkanını, PKK’ya taviz verip onu güçlendirmekle itham ediyorlar. Özellikle de çözüm sürecinin başladığı ve silahların sustuğu dönemde PKK’nın daha da güçlendiğini söylüyorlar. Gerçi bunu cumhurbaşkanı da inkâr etmiyor. Fakat burada görülemeyen, eksik kalan bazı noktalar var: Eğer silahların sustuğu bir çözüm süreci başlatılmamış olsaydı hükümetimiz ve silahlı kuvvetlerimiz, arkasına bugünkü kadar güçlü bir moral desteği alamazdı kesinlikle. Hükümetin meseleyi çözmekteki samimiyeti ve askeri çözümden ziyade siyasi çözüme yatkın olan tavrı halkımız ve özellikle de Güneydoğu insanı nezdinde kabul görmüştür. Bugün bölge halkının kahir ekseriyetinde görülen, şiddete ve teröre prim vermeyen tavrın arkasında bile hükümet tarafından meselenin çözümüne ilişkin atılan samimi adımların etkisi vardır. Yani çözüm süreci beklenen müspet etkiyi yapmış, halkın gönül gücü kazanılmıştır. Hükümet bölge halkının gözünde bu samimiyet testinden başarıyla geçmiş, mazinin kötü hatıralarını unutturacak süreç başlamıştır.
Yine bir başka önemli nokta da bugün verilmekte olan bu mücadelenin 2010’dan önce verilmesinin zorluğudur. 2007’de başlayan süreç, devlet içindeki gladyo tipi yapılanmaları büyük ölçüde etkisizleştirmiştir. Bunun neticesinde devlet kurumları hem daha milli bir hüviyet kazanmış hem de kurumlar ile hükümet arasındaki soğukluk ortadan kalkmıştır. Artık darbe heveslisi bir ordu yönetimi, başbakandan bilgi saklayan bir istihbarat teşkilatı yoktur. Bugün hükümet ve kurumlar yerli yerindedir ve birbirlerine yönelik birtakım çelişki ve zaaflar ile de malül değildirler. Bugünkü MİT müsteşarının, göreve geldiği günden beri İsrail’in hedef tahtasında olması bunun en önemli delili değil midir?
Ayrıca geçen zaman zarfında hükümet de boş durmamış, kendi silahını üreten bir savunma sanayinin temellerini atmıştır. Bugün artık devlet, emanet silahla terörist kovalayan bir konumda değildir. Ve artık tabiatıyla karşımızda “NATO silahlarını Kıbrıs’ta kullanamazsınız.” diyerek meşru müdafaa hakkımıza itiraz eden bir irade de yoktur.
Ne zaman PKK bir eylem yapsa bu şebeke olanca gücüyle cumhurbaşkanına ve iktidara saldırıyor. Her saldırının ve şehidin faturasını doğrudan onlara kesiyor. Sanki otuz yıldan beri akmakta olan kanın müsebbibi bugünkü iktidarmışçasına… Devlet erkânının şehitler karşısında hissiz ve duyarsız olduğu imajı pompalanıyor. Cumhurbaşkanı bir şehidin cenazesinde konuşma yaptığında cenazeye siyaset bulaştırmakla itham edilip yıpratılmaya çalışılıyor. Eğer Cumhurbaşkanı törenlere gelmesin, aynı fitne ocağı bu seferde kendisini cenazelere karşı duyarsız olmakla suçlayacak. Yani ne yaparsanız yapın, bu güruha yaranmanın imkânı yok. Samimiyetini ispat edebilmesi için cumhurbaşkanının, şehit babası ile birlikte tabuta kapanıp hüngür hüngür ağlaması mı lazım? Hâlbuki şu dönemde böyle bir davranış en başta terörden medet umanların ekmeğine yağ sürer. Harici ve dâhili düşmanlara karşı dimdik durması gerekenler bu duruma düşerse acaba halkın morali ne olur? Bu, terör karşısında aciz düşmek olmaz mı? Ayrıca hiç şüphe yok, bu zihniyet o zaman da “Cumhurbaşkanı timsah gözyaşları döküyor.” diyecektir.
Yıllardan beri Türkiye’nin kaymağını yemeye alışmış fakat bugünkü siyasi iradenin tutumundan dolayı iktidarın semtine bile uğrayamaz olmuş eski Türkiye’nin iktidar seçkinleri büyük bir hırsla meşru iktidarın üzerine çullanıyorlar. Eşofmanla başbakan karşıladıkları günlerin özlemiyle dolu her biri. Şortla askeri kıtayı selamladı diye Cumhurbaşkanı Özal’a ateş püskürenler, bir başbakanı eşofmanla karşılayan medya patronuna tek laf etmiyor. Siyasi mevsimin değişmesiyle kaybedilen iktidarın acısı mıdır, yoksa midelerinden bağlı oldukları uluslararası şebekeye diyet borcu mudur, bilinmez; son günlerde bu şerir ve müfsid taifesi, muhalefetinin şiddetini ve azgınlığının derecesini iyice arttırdı.
Şimdilerde Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni en ziyade okuması gerekenler, Atatürk’e sahiplenmiş görünüp de bugün onun tam tersi bir tavır sergileyen bu zihniyet sahipleridir. Gazi Mustafa Kemal; “Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler.” dememiş miydi? Bir süre öncesine kadar Türkiye’nin gizli iktidarını ellerinde tutan çevreler bugün ülkenin meşru iktidarına karşı işte böylesine menfi bir tutum içerisindeler. Düşman ilân ettikleri cumhurbaşkanını yıpratabilmek için şahsi menfaatlerini, Türkiye’ye düşman odakların siyasi emelleriyle birleştirmekte hiçbir mahzur görmüyorlar. Gerçekte eskiden de görmezlerdi. Ama iktidar yeterince milli olmadığı ve uluslararası komplolara ve onların içerideki uzantılarının operasyonlarına karşı dayanıksız olduğu için fazla ileri gitmeye gerek duymuyor, gerçek yüzlerini rahatça gizliyorlardı. Bugün artık o şansa sahip değiller. Son günlerde artış gösteren PKK terörünü, cumhurbaşkanı ve iktidarı devirmek için son çare olarak gördüklerinden alenen saldırıyorlar. Bu da onların niyetlerini ve gerçek yüzlerini tüm çıplaklığıyla ortaya seriyor. Artık takke düştü, kel göründü. Yani saflar netleşiyor ve hariçteki düşmanlarla savaşırken dâhildeki fesat ocaklarının da maskeleri artık düşüyor. Şerden hayır doğuyor vesselam. Sadece PKK son kozunu oynamıyor, onunla birlikte bu derin şebeke de son büyük saldırısını gerçekleştiriyor. Fakat bu bir intihar saldırısı. Yani en başta kendilerini yok edecek bir saldırı.
Ölü ele geçirilen PKK’lıların çoğunun sünnetsiz olduğu zaman zaman resmi makamlar tarafından dile getirilen bir gerçektir. Sadece teröristlerin sünnetsiz olduğu düşünülmesin sakın. Saklandıkları mevzilerden hükümete karşı beşinci kol faaliyeti yürüterek örgütün değirmenine su taşıyan kimi gizli Hristiyan, kimi Sabataist, kimisi de devşirilmişlerden oluşan kültür sanat dünyasında yuvalanmış ihanet korosunun da çoğunluğu itibarıyla sünnetsiz olduğuna eminim.
Sözün bittiği yerdeyiz artık. Hiç hak etmediği halde o kanlı örgüt kendisine uzatılan zeytin dalını elinin tersiyle itti. Bundan sonra ortaya çıkacak neticenin bütün sorumluluğu yalnızca kendisine aittir.
“Sel gider, kum kalır.” demiş atalarımız. Muhakkak ki bu terör belası def edilecektir. Zor günler geçtikten sonra ise akıllarda kalan, gözleri nefret çanağına dönmüş olan bu güruhun ihaneti olacaktır. Her şey zamanla unutulacak fakat en kritik devrede fitne kazanına odun taşıyarak milli menfaatlere aykırı tavır takınanların bu ikiyüzlülüğü daima hatırlanacaktır.
Türkiye’de samimiyet testinden geçmesi gereken iktidar değil, iktidar ve cumhurbaşkanına duyduğu nefretten dolayı her şeyi çiğneyip geçen bu müzmin muhaliflerdir. Ya PKK terörü ve onun arkasındaki zalim istismar dünyasına karşı iktidarın ve milletin yanında samimiyetle saf tutarlar ya daeninde ya da sonunda milletin çelik gürzü yıllardan beri koynunda taşıdığı bu yılanların başına inecektir. Şu unutulmasın: Artık otuz yıl önce içine girdiğimiz karanlık tünelin ucu görünmektedir. Tünelden çıkıldığında kaybetmeye mahkûm olanlar, hiç şüphesiz tercihini millete rağmen yapanlar olacaktır.