Bir Öğrencimin Sorusuna Cevap

Haldun SönmezerMaalesef son günlerde artış gösteren terör olaylarıyla birlikte akşam haberlerinde yine yabancısı olmadığımız manzaralarla karşılaşmaya başladık. Yüreklerimizi yakan, gönüllerimizi dilhun eden bu acı haberlerin yanında bizi üzen bir başka garabet daha var: Şehit cenazelerinin arkasından yürüyen bando-mızıka takımının mevzuat gereği(!) icraya memur bulunduğu, Chopin’in kilise müziğinden uyarlanmış “Cenaze Marşı! Ne şehidimizin kederli ailesine ve ne de huzur ve huşu arayan cemaate en ufak bir teselli bahşetmeyen bu marş, sadece şehit cenazelerinde değil, vefat eden devlet adamlarımız için düzenlenen resmi törenlerde de çalınmaktadır.

Kültür tarihimiz üzerine yaptığı araştırmalarla tanınan mütefekkir Sait Başer Beyefendi cemiyet hayatımızdan bir yanlışın daha tasfiyesi yolunda yine çok olumlu ve yerinde bir teklife imza attı. Geçtiğimiz günlerde Facebook sayfasında yayınladığı bir yazıda; şüheda mertebesine erişmiş bir müminin cenazesinde çalınan, mukaddeslerimize ters, ruh ve gönül dünyamıza akortsuz marşın yerine büyük Itri’nin Segâh Tekbir’inin okunmasını teklif etti.
611x395_sehitler_545221e83dcdc

Bizi tarihimizden ve ruh kökümüzden koparan birçok uygulamanın yavaş yavaş terk edildiği bir tarihi dönemeçte böyle bir teklifin artık hepimizin bir parçası olduğu sosyal medyada gündeme gelmesi, doğrusu beni heyecanlandırdı. Teklifin geçtiği yazıyı kendi sayfamda paylaştım. Sevgi ve saygısından şüphe duymadığım bir öğrencim, yazının altına yaptığı yorumda bana bir soru yöneltmiş. Soru, benim ve zımnen de teklifin sahibi olan münevverimizin, meseleye bakış açısını sorgulayan mahiyetteydi: “Hocam, her gün şehit verirken, ülke olarak kötü bir noktaya doğru giderken şehit cenazelerinde hangi marşın çaldığının önemi var mı? Neden yine her gün şehit vermeye başladık, sorusu daha doğru olmaz mı?”

İstizah sınırını aşıp bir ölçüde itiraz halini de alan bu soruya şöyle cevap verdim:

“Merhaba Yusuf! ‘Şehit cenazelerinde hangi marşın çalınacağının önemi var mı?’ şeklinde bir soru sormuşsun. Elbette önemi var. Hem de çok önemli. Ben de size şöyle sorayım: Öldükten sonra cenazenizin Hıristiyan adetlerine göre mi gömülmesini istersiniz yoksa Müslüman örfüne göre mi? Ya da şöyle düşünelim: Şunu diyebilir misin: Ben öldükten sonra nasıl gömüleceğimin hiçbir önemi yok. Ölmüşüm nasıl olsa. Beni isterse Müslüman adetlerine göre kefenleyerek gömsünler isterse Hıristiyanlar gibi elbiselerimle defnetsinler. Can verdikten sonra bunun ne önemi var? Hatta cenaze namazımı kılmasalar da olur. Meseleye böyle yaklaşabilir misin?

Öncelikle şunu bilmek lazım: Chopin’in cenaze marşı olarak bilinen müzik, gerçekte kilise müziğinden alınmış olup onun biraz daha farklı bir versiyonudur. Merhum cumhurbaşkanımız Turgut Özal Bey kendisinden önceki devlet reislerinden farklı bir anlayışa sahipti. Toplumun hoşuna giden bazı hassasiyetleri vardı. Ölmeden evvel dostlarına şöyle vasiyet etmişti: “Cenazemde Chopin’in cenaze marşı çalmasın. Beni tekbirlerle gömün.” Eğer ben de Turgut Bey gibi cenazemde Chopin’in kilise müziğinden mülhem marşının çalınabileceği ihtimalini kendim için varit görsem hiç şüphesiz aynı vasiyeti yapardım. Cenazemde o menhus marşın çalınmasını asla istemezdim. Rütbe-i şehadetle ebediyete yürüyen o şehitlerimize de yapılacak en güzel hizmet, onları baş koydukları yola ve ait oldukları büyük milletin geleneğine göre uğurlamaktır. Hiç şüphem yok, batıl itikadın bir uzantısı olan bu marş, en başta onların ruhlarını muazzep ediyordur. Şehitlerimizi bu manevi işkenceden kurtarmak için de fetret döneminden kalma bu uygulamanın artık terk edilmesi gerekiyor. Devlet protokolümüzden çıkarılıp tarih olması icap ediyor. Bir hilâl uğruna toprağa düşen canların kilise müziğiyle uğurlanması hem onlara azap hem de tevhide adanmış bu millet için bir züldür.

Elbette bu millet güneşlerden daha aziz evlatlarını hayatının baharında toprağa vermek istemez. Ama ne çare ki bu elim hadiseleri tümüyle önlemenin şu an için imkânı yok. Akacak kan damarda durmuyor. Bu yazının sahibi olan Sait Başer Beyefendi’nin de dediği gibi, devletimiz her açıdan keskin bir tarihi virajdan geçiyor. Toplumumuz hem çağıyla buluşuyor hem de kendi tarihi ve kültürel dinamiklerini yeniden keşfediyor. Zaten artan PKK terörü de bu hayırlı gelişmeyi frenlemeye yöneliktir. Türkiye’nin mazisi ile buluşmasına set çekmek içindir. Şu unutulmasın: Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda sembolik de olsa on altı Türk devletinin askeri kıyafetlerini temsil eden bir düzenlemenin yapılmasına bile bizden daha fazla Batı basını önem verip konu hakkında neşriyat yaptı.

Bu marş devlet protokolümüzden kaldırılsın, iddia ediyorum, bu duruma da en fazla dikkat kesilecek olan yine Batılılar olur. Türkiye’yi kendi kopyaları yapmaya alışmış bir zihniyete verilecek en güzel mesaj, cenazelerimizdeki bu gayrı milli ucubeye son vermektir. Bizi terörle terbiye etmeye çalışan Batılılara çekilecek en anlamlı rest de şu an için bu olur. “Neden yine her gün şehit vermeye başladık, sorusu daha doğru olmaz mı?” demişsiniz. İşte sorduğunuz sorunun cevabı da tam burada gizli. Türkiye artık silkiniyor; değerleriyle, tarihiyle tekrar buluşuyor. Artan terör olayları da işte bu hayırlı gelişmeyi önlemeye müteveccihtir. İddialarımızla, milli hasletlerimizle, benliğimizle buluşmayalım mı? Terör olayları artmasın diye başımızı devekuşu misali kuma mı gömelim? Sesimizi çıkartmayıp eskiden olduğu gibi her şeye kavuk sallayan ikinci sınıf bir Ortadoğu ülkesi mi olalım? Yoksa IMF’ye olan borcumuzu bitirmeyip iktisadi açıdan rahat bir nefes almamamız mı gerekiyordu? Büyük devlet olmaya dönük teşebbüslerimizi bir kenara mı itelim? O zaman bu terör olayları hafifler, belki bir süreliğine biter de. Ama ne yaparsak yapalım, bu Batılılar hiçbir zaman için bizim yakamızdan düşmez, bizi tamamen kendi halimize bırakmaz. Üzerimize yağan felaketlerden kurtulmanın tek çaresi, yine eskiden olduğu gibi gürzümüzü başlarına indirecek kadar güçlü ve hâkim olabilmektir. Bizi üzen, kederlendiren hadiselerin olmadığı asude bir hayat sürmeyi biz de isteriz elbet. Ama ne çare ki bu, Türk Milleti’nin tarihi misyonu ve üzerinde yaşadığımız coğrafya düşünüldüğünde pek mümkün görünmüyor. Bu milletin yüklendiği tarihi bir misyon var. O tarihi misyondan biz vazgeçmedikçe -ki vazgeçmemize imkân da yok- yeniden dünyaya nizam veren hâkim devlet oluncaya kadar bu durumlarla yüzleşmeye devam edeceğiz.

Türkiye’de ilk dış kaynaklı terör -ki hepsi dış kaynaklıdır- ne zaman ortaya çıktı, biliyor musun? Biz Kıbrıs Barış Harekâtı’nı yaptıktan sonra. 1974’te harekât gerçekleşti, 1975’te ise ilk terör olayları baş göstermeye başladı. O tarihe kadar Türkiye’de terör yoktu. Terör olmasın, diye biz Kıbrıs’a çıkartma yapmayacak mıydık? Eğer o harekât gerçekleşmeseydi, Kıbrıs elden çıkar ve bugün Anadolu’daki milli varlığımız dahi tartışmalı hale gelirdi. Çünkü Hititlerden bu yana Kıbrıs’ta egemenliğini kaybetmiş hiçbir toplumun Anadolu’daki siyasi hâkimiyeti otuz yılı geçmemiştir.

Uzun sözün kısası, biz her halükârda bu mücadeleyi vermek zorundayız. Bundan kaçış, kurtuluş yok. Ama kişisel inancımı ve öngörümü sizinle paylaşmak istiyorum: Her şerden bir hayır doğar. İçinden geçmekte olduğumuz süreçten ise milletimiz için daha büyük hayırlar doğacaktır. İşte asıl o zaman şehit kanlarının yerde kalmadığını hepimiz göreceğiz. Artık, bu mücadelenin sonuna gelindi gibime geliyor. Türkiye fırsatı ele geçirdi, yakın zamanda kahredici yumruğunu indirecek ve Kıbrıs’ta olduğu gibi hadiseyi kökünden çözecek. Kıbrıs’ta da yıllarca sabretti fakat uygun konjonktürü yakaladığı anda meseleyi kökünden çözdü. Kırk yıldan bu yana Kıbrıs’ta barış hüküm sürüyor. Bundan şüphe duymuyorum.

Yusuf! Fikirleri eleştirebilirsin. Ama lütfen hadiseye duygusal bir yoğunluk katarak değerlendirmeye ve bunun üzerinden bizi zımnen de olsa hicvetmeye kalkma! Hadiselerin artmasından ve böyle elim neticelerin ortaya çıkmasından bizler de sizin kadar müteessir ve ruhen de mutazarrırız. Eğer şehit cenazelerini bizim önemsemediğimiz gibi bir vehme kapıldıysan ve onun üzerinden bu sorgulayıcı tavrı geliştiriyorsan şayet sana ancak “Yazık, siz hocanızı tanımamışsınız!” derim. Bizleri, Fatih İstanbul’u kuşattığında Bizans’ta; “Meleklerin cinsiyeti var mıdır, yok mudur?” tartışmasını yapan düşüncesiz biçarelerle karıştırdın herhalde. Sizden daha fazla bu ülkenin meseleleri üzerinde düşünen, okuyan, yazan ve imal-i fikr etmeye çalışan bir insanım. Bunu böylece bilesiniz.

Sizin yorumunuza beğeni koyan aziz dostların da hadiseye bir nebze olsun bu açıdan bakmalarını istirham ediyorum. Birtakım duygusal içerikli yorumları alkışlamak kolaydır ama derinlemesine düşünmek, tefekkür etmek zordur. Bu konuda, daha farklı ve geniş bir bakış açısına sahip olunması gerektiğine inanıyorum. Her fırsatta iktidar sahiplerini eleştirerek bir yere varılmaz, çözüm üretilmez. Cümleye selam ve saygılarımla…”

 

Öğrencime verdiğim cevap burada sona eriyor. Mesele hakkındaki kanaatim yukarıda özetlediğim gibidir. Bazı düzenlemeler simgesel de olsa devlet-millet kucaklaşması açısından çok önemlidir. Özellikle de milleti devlete yaklaştırmak açısından elzemdir. İçinden geçmekte olduğumuz süreç ise buna fazlasıyla ihtiyaç hissettiriyor.

Ne bu yazıyı kaleme alan ben ne de yazıya vesile olan teklifin sahibi münevverimiz, terörün bağrımızda açtığı yaralardan nemalanan insanlar değiliz. Tam aksine ortaya çıkan elim neticeler her vatandaş gibi bizlerin de yüreğini dağlıyor. O yüzden de terörün en kısa zamanda son bularak cemiyetimizin huzur ve sükûn ikliminde kıvam bulması ortak niyazımızdır. Hadiseyi başka tarafa çekerek bizleri en hafif ifadeyle düşüncesizlikle itham edecek olanları ise Allah’a havale ediyoruz.

Bir tohum birkaç ayda boy verip başak olur. Bir yiğit ise yirmi senede serpilir. Bir ananın yüreğine düşecek korun hararetini ise ancak o anaya o canı bağışlayan lütuf sahibi takdir edebilir. Bütün Müslüman milletlerin koç kurban etmeye hazırlandığı bu bayram arefesinde Yaradan’ına koçyiğitlerini bağışlayan bu aziz milletin, layık olduğu kutlu yarınlara erişmesi, yürekten temennimizdir. Ay yıldızlı bayrağımızdaki al rengi kendi kanından aziz bilen civanmertlerimizin kör kurşunlara hedef olmadığı, cefakeş analarımızın gözyaşlarını yüreklerine akıtmadığı, billûr gibi yarınlara kavuşmak niyazıyla…

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.