Yarım yamalak uykusundan paslı bir dil, dinlenememiş bir beden, yorgun bir zihin, ağır göz kapakları ve güvercin gurultularıyla uyandı. Daha koşu başlamamışken sebepsiz bir usanç duydu. Dışarıda fırıncıyla kımıldamaya başlayan ve her türden erbab-ı meslekle genişleyen her günkü dağdağaya katılmak istemedi. Zihninde listelediği işler gözünde büyüdü de büyüdü. Halbuki insan ister ki gün aydınlanırken şen şakrak kuş sesleriyle uyansın. Aşkla değilse de şevkle uyansın. İçinde iyi kötü bir yaşama sevinci duysun. Gönlüne eğilip bakınca yılları ve yılları devirmiş bir tanıdık hicrana tesadüf etmesin, cılız da olsa bir yeniden başlamak hevesi görsün hiç değilse. Umut olmasa da az çok ona benzer bir duygu olsun. Canım cıvıltıdan sayılmasa bile güvercin gurultusu da nihayetinde kuş sesidir, diye kendi kendini avutmaya çalışmasın. İstemeye istemeye gözlerini açtı. Önce güvercinler, sonra kumrular ve derken serçeler pencere önüne koyduğu yemlere gelecekti. Ağır ağır kalktı. Pencereyi açınca içeri keskin ve temiz bir kış havası doldu. Yemleri takviye etti. Dört dal ak karanfil ve iki avuç kaktüs sevmişti bu pencerenin önünü. Sevemeyebilirlerdi de elbet; güllerin, çuhaların, papatyaların ve ismini bilmediği birkaç çiçeğin sevemedikleri gibi. Güvercinler, kumrular, serçeler bugünden ya da yarından itibaren bir daha gelmeyebilirler de üstelik. Eyvallah, eyvallah… Dünya halidir. Gelip de bulamayabilirler ya da pencere değişebilir. Hem belki bir gün gayret de gider. Gayret kalsa kudret gider. Kudret gitse… Evet evet, sevgi kalır. Heves gider, ümit gider; sevgi, kalır. Kalır da iyi mi olur? İşte, bir canlı cenaze. İşte, yaşamanın acemiliği. Günler, bir yekpare koca mermer kütüğü biçiminde sanatkâr, belki de zanaatkâr, ama acemi ellere teslim edilir. Sert olunacak yerde yumuşak, uslu olunacak yerde divane, merhametli olunacak yerde zalim, haşmetli bir celalin icab ettiği yerde engin bir cemal… Çekiç darbeleri cânım kütüğü biçimsiz, anlamsız bir şeye çevirir. Sonra gelsin şevkâ, gelsin isyan. Daha çekici nasıl tutacağını bile öğrenemeden ve erkenden, alelacele, manasız bir telaşla kütüğünü un ufak edip muhteşem bir enkaz haline getirenlerimiz az mıdır? Yahut vuruşları ustalaşmaya başlamışken çekici kırılanlar veya kütüğü eriyip bitenlerimiz? Böyleleri tövbe bismillah ölmüş de kalmış gibidir. Böylelerinin bekledikleri haberler gelmez, umdukları başlarına iş açar; korktukları olur, kaçtıklarına yakalanırlar. Hasılı yenile yenile, düşe kalka, olanlara ve olmayanlara boyun büker, kabullenirler. Kabullenirler ki sevilmez, istenmez, itilir, bırakılır, unutulurlar. Böyleleri az ya da çok yaşanan ya da yaşanmayanlardan anlarlar ve sineye çekerler ki bu, böyledir. Kimse onları umursamaz, fark etmez, yokluğunu hissedip merakta kalmaz. Böyleleri davranmayı, kurmayı, söylemeyi, şöyle olmayı ya da olmamayı, gitmeyi ya da kalmayı, konuşmayı ya da susmayı… hülasa “yaşama”yı bilmezler. Yanlış anlaşılır, yanlış tanınırlar. Muhataplarına, kastetmedikleri anlamlar geçer. Yapmaya çalışırken daha da yıkarlar. Düzeltmeye çalıştıkları tarumar olur, taş üstünde taş kalmaz. Ölürler derken. Ölüleri sessiz, karanlık, soğuk bir boşluğa benzer ama o boşluk bile çabucak doldurulur, unutulur. Hayatın koca çarkı döner. Dünya, yörüngesini devreder. Bir varmış, bir yokmuş. Kimsesizler Mezarlığı böyleleriyle doludur. Böyleleri pek az şeyi pek çok severler. Onu da ellerine yüzlerine bulaştırırlar. İnsan sevmezler. Bunun yerine insanlar arasından bir insanı seçer ve bütün sevgiyi o seçkin kimseye verirler. Böylece kendilerine bir türlü yük, sevdiklerine bir türlü yük ederler sevgiyi. Islah edilmez değillerdir. Değillerdir ya, onlarla uğraşmaya kimseciklerin ne mecali olur ne vakti. İyi bir şeye, hele hele sevilmeye kendilerini asla layık göremezler. Bıraktıkları izin derinliğini bilmezler. Bıraktıkları izden daha da derin olarak iyi şeyler onlardan memnu bir sır biçiminde saklanır. Bilseler zapt edilemez bir deliye dönüşecekleri vehmiyle böylelerinden korkulur, imtina edilir. Kalpleri kırılır. Bile isteye kırılır. Hem öyle bir kırılır ki herhangi bir parçası ikiye ayrılamayacak olana dek kırılır. Kırgınlığın varacağı yer de olsa olsa ıssızlık olur. Böyleleri zaman içinde sessizleşir, silikleşir, bütün bütün susar ve nihayet tamamen fark edilmez olurlar. Kadim nihilist öğretilerin birer canlı örneği gibidirler. Farkına varmadan bir tekkede kırk yıl çile dolduran dervişler gibi olurlar. İçlerindeki dünya ne kadar renkli olursa olsun dışarıya renk vermezler. Fark eden olursa bu defa onlar korkulan değil, korkan olmaya başlar. Bir türlü inanamaz, güvenemezler. Hiç var olmamış gibi yok olurlar. Ama her şeye rağmen yaşadıkları ve yaşamadıklarını bağırlarına basmayı başarabilmişlerdir. Kendileriyle barışmayı başarabilmişlerdir. Bu da onların yüzlerinde munis, mahcup, sahici bir tebessüm yaratır. Böyleleri, biz mesut olmak için yaratılmamışız diye düşünür. Eh, belki bir miktar haklılık payları da yok değildir. Pek az şeyi pek çok severler amma kendilerini sevdiremezler. Kimseyi herhangi bir konuda ikna edemezler. Zaten öyle bir amaçları da kalmamıştır. Hiç kimsenin, hiçbir şeyin akışına karışmak istemezler. Düğün, cenaze, bayram…. Böyleleri için özel gün yoktur. Meşgul oldukları şeyi ezberler, müstesna bir üstada dönüşür ve… ve her an kıyafeti de kılığı da o meşgaleye uygun olur. Değişmez. Şoför, marangoz, bakkal, işçi, terzi, berber… ne ise odur, öyle de kalır. Bunlar kadar erbabı oldukları şeye benzeyen bulunmaz. Böyleleri bekler. İster ki bir şey olsun, beklediği haber gelsin. İster ki bir şey olmasın, beklediği haber gelsin. Bir şey olur. Bir şey olmaz. O haber asla gelmez. Yıkım onları sessizleştirir, sessizleştirir ve nihayet susturur. Artık herhangi bir şeyin herhangi bir şeyden farkı kalmaz. Çark durmadan devreder. Hayat denizine birbirini tekrarlayan damlalar biçiminde dökülür günler. Günler… her biri birkaç asır gibi gelir. Bitmez. Geçmez. İşte, yaşamanın acemiliğidir bu. Pencereyi kapattı. Güvercinler şöyle bir parlayıp döndü. Her günkü günlerden herhangi bir güne doğru evden çıkarken sıra kumrulara gelecekti. Ve nihayet serçelere. Evden kaçan kafes kuşları da gelir miydi acaba? Kim bilir, belki gelirdi. Yabani güvercin sürülerine tek tük cins güvercinlerin karıştığı olurdu. İnsan ne çok şey düşünür, gerekli gereksiz ne türlü fikirler geçer zihninden. Birikir, birikir, birikir ve ağır mı ağır aşina bir yük olur. Bazen de ölmek üzere olan sözcüklere hayatta kalmaları için telkinde bulunduğu olurdu. Ölmemeleri için telaşla çareler arardı. Arardı ya, ölümden de kaçılmıyordu. Sözcükler ölünce içinde ölüyorlar, cesetlerini taşımak da ona kalıyordu. Kambur, kambur üstüne… Görelim neyler. Rıhtımdan geçerken ucundan, kıyısından bir beyit daha denedi. Bir gün sabah erkenden daha gün mütereddid / Pera’da bir kahve içsem nazenin ellerinden… İlhamına bir düzen veremeyince devamı gelmedi. Kafiyesi, hecesi, durakları gözünde büyüdü. İçindeki o bazıları ceset olmuş sözcük yığınından anlamlı bir bütün çıkarmak işi gözünde büyüdü. Yine de defterine yazdı, kim bilir kaç zaman sonra bir daha davranacaktı ama şiir/ilham ona yüz verecek miydi? Kim bilir… Motor, denizin hırçınlığından limana güçlükle yanaştı. Deniz çekti, liman itti; deniz çekti, liman itti ama neden sonra insan yine kazandı, motor iskeleye yanaştı. Rıhtım boyunu dalgalar dövüp ıslatıyor. Deniz, rıhtımdan atılan öte beriyi rıhtıma kusma gayretinde. Ambalajlar, poşetler, ayakkabı tekleri, şişeler… Kimini rıhtıma aşırabiliyor, kimi tekrar denize düşüyor. Kıyıya doğru yürürken, deniz gibi olabilsem, diye geçirdi aklından. Yükler, denkler, cesetler… tutup tutup atsam içimden. Ya da deniz olsam, diye düşündü. Deniz olma fikri büyüdü, büyüdü, büyüdü… Kıyıya daha da yaklaştı, ayaklarına hükmedemiyor gibi hissetti. Kıyının denizle buluştuğu yerde durmak istiyordu, duramıyordu. Duramadı. Denize düştüğü anda boğulur gibi derin bir nefesle uyandı. Neûzubillâh! Bu defa gerçekten kalktı. Ya da mahsusçuktan. Hangisi hakikaten, hangisi mahsusçuktan? Rüyanın sersemliğiyle hazırlandı, çıktı. Gördüklerini düşüne düşüne, hayra yormaya uğraşarak dalgın yürüdü. Gördüklerini zihninde evirip çeviriyor; iyi bir şeylere, güzel bir şeylere benzetmeye çalışıyordu. Sokağın köşesini dönerken omzunda ağır bir el hissetti. Hayırdır hoca, dedi Şimdi Kemal, şimdi ne bu dalgınlık? Bir ayıbı açık olmuş gibi mahcubiyetle; işe, diyebildi, işe gidiyorum. Şimdi Kemal’in müstehzi bakışları, saklama ihtiyacı hissetmediği bir merakla parladı: Şimdi hayrola hoca, pazar pazar ne işiymiş bu? Şimdi Kemal’in bakıra çalan kıvırcık kaşlarının altındaki meraklı ela gözlerine baktı. Alelade gerekçelere kanmayacak kararlılıktaki bu kurnaz ve soran gözlerden kurtuluş yok gibiydi. Şimdi Kemal’in zaten en belirgin hususiyeti de tecessüsüydü. Kendini ilgilendirsin yahut ilgilendirmesin, ki ilgilendirmeye daha meyyaldi, her şeyi merak eder ve öğrendiğinde hiçbir işine yaramayacak hatta bazen belki de başına iş açacak dedikodu mesabesinde bilgilerin peşine düşerdi. Bulabildiklerini de cömertçe etrafına dağıtırdı. Bütün dedikodular gibi onun uydurdukları da yedi mahalleyi gezdikten sonra ortaya atanı da inandırırdı çünkü kaliteli bir dedikodunun en önemli hususiyeti, sebep-sonuç dengesi içinde olması ve olaylar zincirlemesinde mantıksızlık bulunmamasıydı. İyi bir dedikodu, örümcek ağı gibi titizlikle örülmeli; cevapsız sorusu, gerekçesiz parçası olmamalıydı. Bakır rengi kıvırcık ve sağlıksız saçlarla örtülmüş büyükçe bir kafa, yassı burnuyla ince dudaklarının arasında seyrek bıyıklar, yaz kış ter damlalarının, arasında yol aradığı derin çizgilerle dolu kırmızı, sağlıklı bir yüz… Ve elbette bu tıknaz vücudu örten, birbiriyle hiçbir uyumu olmayan kıyafetler… Bunlar mecburiyetten değil de tercih edilerek, beğenilerek alınıp giyilen kıyafetler olmalarına rağmen ne renkleri ne biçimleri ne desenleri birbiriyle uyumludur. Ne ki mesele şu an için makul bir cevap bekleyen bu adamın kılığı kıyafeti değildi. Muhtemelen çoktan kendince birtakım çıkarımlarda bulunmuş, bu manasız tesadüfü tevile başlamıştı. Üstelik Şimdi Kemal asla fikirlerinden, duygularından şüphe etmezdi. Herhangi bir konuda bilgi sahibi olmadığını düşünmezdi. Bin türlü bilgi karşısında dahi asla geri adım atmaz, tahminlerinden hatta zanlarından bile vazgeçmezdi. Şimdi bu Şimdi Kemal’e ne demeli de elinden kurtulmalı? Kendini yokladı, alelacele bir bahane bulması muhaldi. Zaten bulsa da kendini büsbütün ele verirdi. Şimdi Kemal’le biraz eğleneceği tuttu. Belki de neler uydurabileceğini merak etti. İş dedimse mesaiye gidiyorum demedim ki yahu, dedi; bu iş başka ağabey, bu iş başka. Şimdi Kemal’i merakın azgın yalımları arasında bırakıp arka sokaktan evine döndü.
Eyl 01 2024