Neredeyse

Ben de tam çıkıyordum, dedim. Ben de zaten öylesine uğramıştım, dedi. Bir şey söylemedim. Odanın içinde birkaç amaçsız ve sıkıntılı adım attı. Bakındı. Salındı. Bir köşeye ilişti. Neden böyle, dedi. Nasıl, dedim. Yapma, dedi. Cevap vermedim. Omuzları düştü. Hışımla baktı. Dudaklarını ısırdı. Bir yandan da tırnaklarına baktı. Bacaklarını hızlı hızlı salladı. Saçlarıyla oyalandı. Bazen insanın sinirini bozuyorsun, dedi. Ne yapıyorum veya yapmıyorum da bozuyorum, demedim. Belki bu yüzden bozuyorumdur. İnsan her zaman hilm istemez, uyum istemez, benzerlik istemez. İnsan, yerinde ister ki tartışsın, kavga etsin, kırsın, kırılsın… Hayat tatlı bir rüya değildir. İnsan şekerden de sıkılır; tuz arar, biber arar. Bir şeylerin “tuzu biberi” vardır, söz gelimi “şekeri lokumu” yoktur. Gülü seven… Kabul. Amma ki dikene de gül muamelesi yapılmaz. Gül, güldür; diken, diken. Oluş, bir makul vasat ister. Ne var ki hayat, birbirini uyumla takip eden sahnelerden müteşekkil bir hikâye değildir. Hayat, istatistik bilimiyle ya da ticaret alışkanlığıyla biçimlendirilebilecek bir senaryo da değildir. Daha pek çok değil sıralanabilir. Değildir değil olmasına da öyleyse nedir? Hayat, tatlı bir rüya değildir. Kâbus da değildir. Belki küsüp barışmak ya da affetmek, affedilmek de… Bir şey teklif etti, anlamadım. Yüzünde, tavrında aradım; bulamadım. Çarnâçar, olur, dedim. Neye olur dediğimi anlayabilmek için dikkatle yüzüne baktım. Şaşkın gülümsedi. Anlayamadığımı anlarsa bozuk çalardı. Tamam, dedim; tedirgin bir tebessüm dondu yüzümde, tamam o zaman. Güler gibi oldum. Endişem geçmedi. Sıkıldım. Tebessüm desen değil; dudakları gerildi, gözlerini açabildiği kadar açtı, usançla göğüs geçirdi, çantasına sarıldı, kalktı, sert sert baktı, kapıya yöneldi. Acaba burada kalmayı mı, peşinden gitmeyi mi kabul ettim; kestiremedim. Şimdi aklımdan turna göçlerinin geçtiğini söylesem bütün bütün deli olduğuma kanaat getirirdi. Belki haksız da olmazdı ya, haklı yahut haksız olması kaç para eder ki! Kapıyı hırsla kapatıp geri döndü. Ayaklarını yere vura vura geldi, karşıma dikildi. Yumruklarını sıkmış, gözlerinde öfkenin alevleri, düzensiz nefesler… Kendine güçlükle mâni oldu yine de. Nefesi düzene girdi tekrar. Titremesi yatıştı. Hırsı, öfkesi yavaş yavaş dostane bir merhamete evrilen bakışlarıyla gözlerimde bir şeyler aradı. Heyecanı söndü. Yılgın bir yenilgiyle sandalyeye bıraktı kendini. Omuzları düştü. Ben senin iyiliğini isterim, dedi. Ne olursa olsun sen benim için çok önemlisin, dedi. Böyle sözler oldum olası beni huzursuz etmiştir. İnsanlar, duymak istemeyeceğinizi düşündükleri şeyleri söyleyebilmek için böyle lakırdılar eder. Sanır ki böyle bir girizgâh sayesinde muhatabını kırmamış, incitmemiş olur. Uzun baktı. Dostane baktı. Artık neredeyse elli yaşındasın, dedi ciddiyetle. Sahi, artık neredeyse elli yaşındaydım. Meryem’in söylemesi, bu gerçeği ilk kez fark etmişim gibi bir tesir bıraktı bende. Neredeyse elli yaşında olmanın bende ne gibi yansımalarının olduğuna ya da bu gerçeği tam olarak nasıl karşılamam gerektiğine aldırmadan ona baktım. Artık boyayla, kınayla baş edilemeyecek ak saçları; gün geçtikçe derinliği artan, kırışıklık evresini geçmiş çizgiler ve onların arasında sadece varlığını bilenlerin fark edebileceği ve şimdi bir yara hüviyetine bürünmüş silik gamzesi, buruşmaya yüz tutan ellerinde beliren yeşil damarlar, hele rengini bir türlü tayin edemediğim; ışıkta başka, gölgede başka gözlerinin yavaş yavaş tavsayan feri… Güzel. Bütün bunlara ve sair etkenlere rağmen değil, bütün bunlarla ve bütün bir kainatla birlikte el’ân güzel. Yılgınlığı artarak iç çeker gibi tekrar etti: Artık neredeyse elli yaşındasın. Ve, dedim. Ve insanlar neredeyse elli yaşındayken aşk acısı çekmezler, dedi. Utançla karışık bir üzüntü geldi geçti gönlümden, rüzgâr gibi bir üzüntü; hafif, ılık, sahiplenici bir rüzgâr. Belli etmemeye çalıştım ama anladı. O da böyle bir şey söylediğine pişman oldu, belli etmemeye çalıştı. Ben de anladım. Ya ne yapar, dedim. Bakışları tekrar öfkeyle tutuştu. Derin bir nefes aldı. Üstüne gittim. Haklısın, dedim; yaşıtlarım daha ciddi işler yapıyor. Mesela ölüyorlar, dedi öfkeyle; hiçbir şey yapmasalar da en azından ölüyorlar. Gözleri doldu. Söylenenin aksine kadınlar gerçekçidir. Sevmediklerinde acımasızca gerçekçidir. Böyle zamanlarda söz ve fiillerinin tesirini umursamazlar. Sevgi emeksizken, çabasızken onlara bir büyük acziyet biçiminde görünür. Ta ki sevginin asıl değer olduğunu tecrübe edene kadar. Yollar, acımasız bir duvarla yahut baş döndürücü bir uçurumla kesilene kadar ya da. Gözleri doldu ama taşmadı. Derken en parlak, en keskin kılıcını çekerek ölümcül hamlesini yaptı. Gururla, ikrahla, dokunmaktan imtina edilecek bir şeye bakar gibi baktı. İyi ki böyle olmuş, dedi. Sen, dedi; sen… Sesi boğuldu, gerisini getiremedi. Ben de söyleyecek bir şey bulamadım. Bitkindi. Kapıyı kapatmadan çıkıp gitti. Açık kapıya baktım, baktım. Bazı günler, bundan sonraki hayatımızın ilk günüdür ve hayatımızın kalan bölümünde hiçbir şey yapmamak -sanılanın aksine- en zorudur. İradeniz, kararınız yoktur; ne yapsanız olur ya da olmaz. Günler, şerhâ şerhâ olmuş toprağa serpilen bir tas su gibi avare bir amaçsızlıkla solar gider. Varsın solsun. Kalkıp kapıyı kapattım.

 

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.