Gül ile meşgul olanın, ellerine diken dolaşma tehlikesi de var; ellerine gül kokusu sinme ihtimali de.
Yunus Emre’miz; “Sevelim, sevilelim.” diye özetleyivermiş, biz de çok beğenmişiz. Çok beğenince çok tekrâr etmiş, çok tekrâr edince de genelde anlamı kaybetmişiz. Atasözlerimiz ve deyimlerimiz, anlamını alışkanlığa kaybeden örneklerle dolu. Her birinin üzerinde ilk kez duyuyormuş gibi dursak…
…
“Yâd isek bilişelim.”
Hepimiz sevilmek istiyoruz; bitkiler, hayvanlar hatta eşyâlar dâhil. Sevgi, oluş’un merkezi; her şey ona yakınlığı nisbetinde konumlanıyor, hizâya giriyor.
“Sevelim, sevilelim.”
Sevelim sevmesine de…
Şöyle şöyle hataları, böyle böyle yanlışları, bir şunca eksiği, kusuru… Saymakla bitmez!
Öyleyse sayma arkadaş!
O hataları, yanlışları, eksikleri, kusurları biz muhatabımızda nasıl görüyorsak muhatabımız da bizde görüyor. Çünkü aynısı hatta çoğu zaman daha fazlası, bizde de var.
Bilmekten ve bilinmekten korkuyoruz. Halbuki bilmeden sevemez, bilinmeden sevilemeyiz. Bunca sevgi lafının arasında sevgisizlikten şikayet ediyor oluşumuz, basit bir rastlantı olabilir mi? Riya, kibir, vefasızlık, tutarsızlık, anlayışsızlık… tüm olumsuzlukla “gerçekten” hep dışarıda mı? Gönlümüzün derinliklerinde bu ve benzerlerine “hiç mi” rastlamıyoruz?
Halbuki ömürlerimiz aynalara baka baka geçiyor ve maalesef kendimizde mevcut menfiliklerimizi göremeden sahneden çekilip gidiyoruz… İşte, asıl hüsran bu. Yoksa her istediğimiz kişide, her istediğimiz an, her istediğimiz menfiliğe şâhid olsak bile kime, ne faydası var?
…
“Aşk Gelicek Cümle Eksikler Biter”
Muhtacız, aciziz. Hem de öyle aciziz ki birbirimizin “külüne” bile muhtacız. İnsanı, acz ile tarif eden Ulu Velî, ne kadar haklı… Fizik ihtiyaçlarımız bir yana, “bir kuru selâm” için ne geceleri güne bağlıyoruz. Hele şu içinden geçtiğimiz zamanlarda dostun bir yarım gülüşünü nasıl da arıyoruz.
Yol halindeyiz, gurbet şartlarında yaşıyoruz. Denklerimizi toparlayıp sılaya dönmeden önce emanetimizi, aldığımız gibi tertemiz teslim etmemiz de bekleniyor. Birer “muvahhid şâhid” olarak ezelî sözümüze (belî, apaçık) sâdık kalmamız da şart.
…
Aşk gelicek…
Hiçbir bahanenin ardına saklanmadan, nefsimizi kayırmadan bir “hâl ve gidiş muhasebesi”ne takatimiz var ise aşk gelir.
Nefsimize, oluş’a karşı/rağmen üstünlük vehmettiren kibir hallerimizden gönlümüzü arındırırsak aşk gelir.
Tevhidi, tecelli ettiğinden farklı göstermeye çalışan pembe/beyaz hatta sessiz yalanlarımızı terk edersek aşk gelir.
Gizlide başka, açıkta başka riyâkârlığımızdan vazgeçersek aşk gelir.
Hiçbir faydası olmayan dedikodulara dilimizi ve kulağımızı kapatırsak aşk gelir.
Ateşin bizâtihî kendisi olan hasetlerimizi söndürürsek aşk gelir.
Hâsılı… Her birimizde emanet bulunan nefha-i ilâhiye dikkat kesilir, onun kâmilen tecelligâhı olursak aşk gelir.
Eh, aşk gelince de cümle eksikler tamam olur.
…
“Bu aşk, beni ve kâinatı yaratan aşk… İşte ben ona gizlendim. Ben onun bağrına kaçtım ve saklandım. Ey sen, ey benim ve cihânın tek varı, tek aşkı olan sen! Bak, yüzüme bak… Gözlerime, seni çalmış gözlerime bak ve kendini gör. Senden başka görülecek şey, senden başka tapılacak vücud, senden başka güzellik, hayat ve kudret yoktur.”*
*Sâmiha Ayverdi