Telaş mevsimindeyiz. Bütün bir varlık, o tek parça telaşa kapılmış, katılmış. Tomurcuklardan karıncalara, takımyıldızlardan kaplumbağalara, insanlardan ovalara, yerden göğe kadar cümle varlık; tek parça telaşın hükmüne ram ve razı. Kiraz, erik, badem, gül, ruelya, papatya, hatmi… Tomurcuk, çiçek, sürgün, yaprak… Bin bir eda, bin bir tavır ile telaşa kapılmış, katılmış hepsi. Kimse oluştan geri kalmayı içine sindiremiyor zahir.
Bu günlerde halinden memnun mahkûmlarız, tek parça bir telaşın içinde.
Gerçi o telaşın dışında olduğumuz tek an yok ki.
Sadece kararırken değil, yeşerirken; sönerken değil, parlarken; biterken değil, başlarken dikkatimizi daha çok çekiyor. Yoksa bu telaş kururken de var. Doğmaya yetişmek için yaşanan telaş, sarf edilen çaba; ölmeye yetişmek için de aynen yaşanıyor, sarf ediliyor. Bugün şu ağacın gövdesinden dalın ucuna doğru yürüyen yeşil heves, yaz sonundan itibaren dal ucundan gövdeye doğru dönen bir kara hüsrana dönüşecek.
Hem de yine aynı tek parça telaşla…
Sessiz bir yolculuk oluyor. Ah, Beyoğlu! Her yeninin ilk sahnesi Beyoğlu… Nasıl alımlı ve zehirli bir çiçek taşır yakasında! Belki de alımlı ve zehirli çiçeğin ta kendisidir! Rengiyle, kokusuyla, biçimiyle efsunlu güzelliğine kapılanları… Yok yok, insafsız oldu. İnsan zihni böyledir işte, hadd ü kenarı yok ki. İnsaf, izan kayboluverir, olumlu-olumsuz bakışlarla. Canım şimdi her yeni, her yerde zaten. Kimsenin Beyoğlu’nu beklemeye ihtiyacı yok.
Kozam burada örülmüş hem. Orhan Veli’ye rahmet olsun, burada açılan istiridyenin aralığından gördüm dünyayı ilk. Oksijen ciğerlerimi ilk burada yaktı. Babamın elinden tutup bayram namazına da gittim, kilise sıralarının arasında saklambaç da oynadım. Şabatta komşuların mumlarını da uyandırıverdim, kandil ziyalarıyla gönlümü de doldurdum.
“… filmimiz başlamak üzeredir…”
Bizim için film başlayalı çok oldu.
Meğer içimde bir ejderha varmış, Meryem uyandırınca fark ettim; ihtişamlı ama ürkütücü olmayan bir ejderha. Şimdi onu teskin edip tekrar nasıl uyutmalı? Uyutmalı mı? Öldürmek? Daha neler canım! Öldürmek kâbil değil.
Meryem filme dalmış. Bu kadar güzel bir film mi acaba? Meryem’in ilgisine değecek kadar yani. Kim bilir filmde neler dönüyor? Adam sen de yalan makinesi işte! Zaten baştan sona izleyebildiğim bir tane film var. Film izlemek istediğimde dönüp onu izliyorum. O da pek film gibi de sayılmaz aslında. Beyaz adamın gemisine köle olarak doldurulan kara adamların macerasını anlatıyor. Kovboylar bu şanslı köle grubunu beyaz adamın elinden kurtarıyor. Ne var ki köleliği sorgulamaya pek yanaşmıyorlar. İnsan neye, kime göre hür veya köle olur? Kölelik ne utançtır; insanı nesne olarak, eşya olarak görür. Sistemin kurucuları köleyi, hayvanın akıllısı, olarak tarif etmiş. İnsanın vahşiliğine sınır yok; köle yaptıklarının da insan olduklarını teslim etmesi ne uzun, ne acı, ne ölümlü, ne barbar yüzyıllar aldı! Barbar demişken medeni Roma’da hür insan oranı yüzde bir iken karşısına dikilen Hun medeniyeti köleliğin ne olduğunu bile bilmiyordu. Her yüz kişiden doksan dokuzu köle olan medeni, hiç kölesi olmayan barbar!
Yar bana bir eğlence!
Filmin bitmesine çok var mı? Salon zifiri karanlık. Arada bir sahneden yansıyan ışıklar çıkıp kayboluyor. Bütün alanı ses dolduruyor. Kırmızı ışıklı küçük bir panoda “exit” yazıyor. En belirgin şey bu. Dünya da böyle işte. Arada bir çakan sahne ışıklarının ve gürültünün ihlal ettiği kusursuz bir karanlık! Meryem de o karanlığın “exit”i. Sinema hayattır, derlerdi de inanmazdım.
̶ Nasılmış film?
̶ Güzel.
̶ Güzel?
̶ Fena değil yani. Yönetmen çok katmanlı bir üslupla gerçeği flu…
Biraz ölçüsüzce güldü.
̶ İzlemedin değil mi?
̶ Tam öyle gibi değil tabii de.
̶ Sıkıldıysan devam etmeyelim. Hazır film arasındayız.
̶ Değil yahu. Şahane bir film.
İnanmaz gibi baktı. Şu şahane filmin kalanını da izleyelim, deyip güldü. Film şahane çünkü senin dikkatini çekebildi, demedim.
Ama Meryem şen, ben memnun, ejderha mutlu…
Tabii ya, ejderha!
Bir ejderha nasıl ehlileştirilebilir? Meryem muhakkak bilirdi. Sonuçta hem Meryem hem de ejderhanın uyandırıcısı. Meryem bilir bilmesine de filme böyle dalmışken ejderhadan bahsetmek isteyeceğini hiç sanmıyorum. Film başladığından beri saçlarıyla hiç oynamadı. Bu da demek oluyor ki filmden hiç sıkılmadı. Keşke ben de filme kapılsaydım, sıkılınca kıpır kıpır bi’ yerimde duramıyorum.
Meryem kulağıma eğildi, mütebessim fısıldadı:
̶ Seni bir daha sinemaya getirmeyeceğim.
̶ Niye yahu? Acıktım, demedim; susadım, demedim.
̶ Kıpır kıpır, bi’ yerinde duramıyorsun.
̶ Sen beni bir de tiyatroda gör.
̶ Ne?
̶ Çok temiz tiyatro izlerim.
̶ Şiişşşştt! Tamam.
Meryem hep gülse.
Meryem hep gülse?
Saçlarının sarısı güneş olarak yeter en azından. Hatta kumralken bile.
̶ Çıkalım mı artık?
Film bitmiş, ışıklar yanmış, salon boşalıyor, yarım sıra insan kalkmamı bekliyor.
̶ Cezalısın, kahveler senden.
̶ Kabul.
Meryem bugün çok kolay gülüyor.
̶ Neye daldın bu kadar?
̶ Bilmem. Kopuk kopuk şeyler işte.
̶ Kopuk kopuk?
̶ He, kopuk kopuk. Sevdin mi filmi?
̶ He yok, beğendim.
Meryem’in bugün keyfi yerinde. Beni taklit edecek kadar.
̶ Sen söyle bakalım, o dalgınlık nerden?
̶ Ejderhaların bütün kültürlerde var olması sence de ilginç değil mi?
Bu defa ölçüsüz gülmek gibi de değil, basbayağı kahkaha attı.
̶ Allah iyiliğini versin, bunu mu düşünüyordun?
̶ Olmaz ya, mesela bir ejderhan olsa…
̶ Eeee, sonra?
̶ Sonra onu ehlileştirmen gerekse…
̶ Terbiye gibi?
̶ Terbiye gibi.
̶ Hay Allah müstahakını versin, ne çok güldürdün bugün beni.
Gülmesini yavaş yavaş durdurdu Meryem. Saçlarını toparladı, derin birkaç nefes aldı. Kahveler geldi; biri sade, biri az şekerli. Madem bugün çok güldük, dedi, azıcık keyfedelim. Masanın üstündeki sigaraya uzandı; bu seferlik böyle olsun, dedi. Bir iki nefes sonra gelen kısa öksürük nöbetini su ile bastırdı. Gözleri yaşardı. Dumanları eliyle dağıttı.
̶ Bizim şu ejderha… Somut bir varlık olmuşu gerek.
̶ Değil.
̶ E ama var.
̶ Var.
̶ Hani?
̶ Bilmem. Nerde?
̶ …
̶ Aklımda mı?
̶ Aklında olsa mantığın adım adım çözer, ejderhamız da kayboluverir.
̶ Gönülde.
̶ Gönülde. Zaten Türk anlamasında, inanmasında her yol mutlaka gönüle çıkar.
̶ Evet, özellikle seninle konuşurken.
̶ Gönülden de ilk maksat, sevmeyi başarabilmesidir. Sevgi rahmet çeker. Seven gönülle idare edilen insan, kolay kolay korunmuşa el uzatmaz. Gönül mektep, sevgi öğretmen.
̶ Müfredat?
̶ İbret.
̶ Gönül mektebinde sevgi öğretmeni ibret dersi okutur.
̶ Roller değişiklik gösterse de.
̶ Sonra?
̶ Önce iki çay, biri açık. Sonra, sonra. Sonra… Aslında hayat maceramız, olgun bir gönül inşa ve ihya etme çabasıdır. İhya etmekle de bitmiyor, her an diri tutmak da gerek. Öyle bir yolculuk ki gönülde başlar, gönülde biter; yol da gönüldür, yolcu da. Gaye Hakk’a vuslattır çünkü. Çünkü ölmeden önce ölenler, şu şekerin çaya karışıp artık ondan ayrıştırılamayacağı gibi gönüllerini Hakk’ta yok etmiş kişilerdir. Onlar daha Sûr’un sesi duyulmadan önce toprağa karışmış, sonra dirilmiş kutlulardır.
̶ Hakk’a vuslat…
̶ Madem ejderhamız var; ateş olmayan yerden duman çıkmaz, ejderhamızın koruduğu bir hazinemiz de olmalı amma kullanmadığımız hazinenin ne faydası var? Muhteris bir kıskançlıkla saklayalım mı, çıkarıp işleyelim mi? Hazineye gün ışığı göstermeli. Gün ışığı görünce hazine de kaybolur, ejderha da. Gönülde ne var ne yok dışarı atmak lazım. Gönül bomboş olsun ki ona asıl layık olana hazır olsun, onunla dolsun. Hatta âşık-mâşuk ikiliği de ortadan kalksın, aşk olsun.
̶ Mest olup meydâne geldim ta ezelden ta ebed
İçmişim aşkın şarâbın âb-ı engûr olmadan
̶ Harika! Bu özetin üzerine söz söylemek olmaz.
Olmazdı. Ben de söylemedim zaten. Hem Hazret de Meryem’le hemfikirdi:
Âşıkın çok derdi amma sırrın izhâr eylemez
Söylemesi terk-i edeb çünkü destur olmadan