Sonda söyleyeceğimizi, eğip bükmeden, başta söyleyelim: Gerçek İslam diye bir şey yoktur. Söze “Gerçek İslam…” diye başlayanlar, esasen mensubu bulundukları grubun anladığı İslam’dan bahsetmektedirler. Grubun dışında kalanlar ise en azından “kurtarılması gereken, cahil, acınası yığınlar”dır ki yol; “ıslahı mümkünsüz mürtetlere” kadar gider.
Bizce ifadenin doğrusu; “Herkesin gerçek İslam’ı kendine.”dir.
Çünkü İslam; söyleyeceğini söylemiş, kalıplaşmış, donmuş, statik, steril bir inanma biçimi değildir. Çünkü İslam, kıyafet değildir; giyip Müslüman olamazsınız. Çünkü İslam, hane değildir; girip Müslüman olamazsınız.
Hayat devam ettikçe oluş da devam eder. Oluş devam ettikçe şartlar ve sebepler de devam eder. Şartlar ve sebepler devam ettikçe yeni durumlar da devam eder. Yeni durumlar devam ettikçe pozisyon alma ihtiyacı da devam eder. Pozisyon alma ihtiyacı devam ettikçe de anlama devam eder.
İşte, son üç asırdır olduğu gibi “anlama”ya karşı direnç gösterirsek akışın getirdiği yeni şart ve durumlara ayak uydurabilip pozisyon alabilmeyi başarmış dünyanın “Batı”sının, oyun sahası ve oyun nesnesi oluruz. En başarılı coğrafyalarımız ise bunların “pazar”ı, insanlarımız da “müşteri”si mesabesinde kalır.
Buradaki “arızayı” fark etmek de bir seviyedir fakat bu fark edişin hemen ardından “toptan kabul veya red” teklifi, umulan neticeyi getirmediği gibi en korkulan sonuçlarla kapımıza dayanıyor. Rol model olarak aldığımız Batı, tecrübesi itibariyle hayatı “dini-la-dini” olarak ayırdı, Allah’ı kamusal alandan çıkardı ve kendi açısından başarılı bir sonuç aldı.
Peki, bizim böyle bir ayrıma ihtiyacımız var mıydı?
Bu türden bir ayrım, bizdeki pozitivist ve İslamcı çevreler içinde “Az olsun, benim olsun.” mantığıyla kabul gördü. Hem pozitivistler hem İslamcılar, kendi taraftarlarını toplayıp köşelerine çekildi. Artık mesela hadis, dini; kimya, la-dini oldu.
Peki, bizim böyle bir ayrıma ihtiyacımız var mıydı?
Dili, kültürü, medeniyeti, psikolojisi, sosyolojisi, irfanı… hasılı “Töre”si “vahdet” üzerine bina edilmiş bir millet için bu bir ihtiyaç değil, intihardı. Bu müntehir millet, henüz ölmeyip can çekişiyorsa varlığını, dilinde ve müziğinde iyi kötü devam ettiren “Töre”si sayesindedir. Ve yine bu müntehir millet, tekrar hayata dönüp özlenen ihtişamlı günlerine dönecekse bu da “Töre”si ile mümkün olacaktır.
Biraz savrulduk, toplayalım.
Güzel memleketimizde ara sıra ortaya atılan “güncelleme” tartışması, yukarda değindiğimiz arızanın getirdiği sonuçlar canımızı yaktıkça ortaya atılıyor. Ne var ki güreş; minderde değil, minder dışında tutuluyor. Minder dışındaki güreş de normal olarak bir şey ifade etmiyor.
Güncellemenin hem müdafileri hem muarızları, konuyu ısrarla hukuk (fıkıh) olarak algılayıp buradan tartışıyor. Hâlbuki yetkin bir heyet; yeni çıkan durumlar için bir araya gelir, bir karar verir, kararı ilan eder, inananlar da bu karara göre davranırlar veya davranmazlar. Dinin, dogmatik olduğu genel kabulü de bu noktadadır.
Peki, din gerçekten de dogmatik midir?
Şayet Kur’an-ı Kerim’in sadece hüküm ayetleriyle yetineceksek evet, dogmatiktir.
Kur’an-ı Kerim’deki kıssaları, tarihin muhayyel zamanlarında olmuş bitmiş hikâyeler olarak okuyacaksak evet, dogmatiktir.
Yok eğer;
“Hazret-i İbrahim’in serencamı ile benim başından geçenler arasında nasıl bir bağ olabilir?”
“Nuh Nebi’nin kıssası, günümüzde filan müşkülün çözümünde nasıl bir fikir verebilir?”
“Allah’ın, kötü örnek olarak gösterdiği karakterlerin hırsları, arzuları, yöntemleri bende de var mı?”
“Erdemden bahseden ayetlere göre boyumu bir ölçmesem mi?”
gibi sayısı bir çırpıda sayısız şekilde çoğaltılabilecek bir bakışla bakıldığında din asla dogmatik değildir.
Kur’an-ı Kerim, muhataplarını defaatle düşünmeye davet ederken hiç çekinmiyor.
Kur’an-ı Kerim, tefekkür etmeyi herhangi bir şarta bağlamıyor.
Kur’an-ı Kerim, hem iman edenlerini hem inkâr edenlerini herhangi bir komplekse, korkuya kapılmadan tefekkür etmeye çağırıyor.
İnanmak (davranmak değil) kişiseldir.
Edinmek (davranmak değil) kişiseldir.
İnanmak ve edinmek de sadece ve sadece “anlamak”la olur.
Çekinmeyelim; kompleksten uzak, korkusuz, kayıtsız şartsız tefekkür edelim. Unutmayalım ki;
“Kişinin dini, aklı kadardır.”[1]
[1] Sait Başer