Duyuş konusu, Batı felsefi edebiyatındaki adıyla estetik meselesi, Türk düşünce hayatında da her zaman estetik başlığıyla tanımlandı. H. C. Yalçın’ın hikmet-i bedayi tanımlaması ile sınırlı sayıda Türk yazarın güzel sanatlar anlamına gelen bediiyat adlandırmasını saymazsak bu hep böyle oldu. Bu durumun başlıca nedenlerinden biri hiç şüphesiz “dil devrimi” ile dayatılan ideolojik tutumdur. Maalesef elimizde böyle düşünmemize neden olacak kadar yeterince bilgi ve veri var. Geçmişin inkârını kendine vazife bilen dönemin bazı dilcileri hikmet-i bedayi yerine güzelduyu sözünü ileri sürdüler. Türk düşünce hayatını nasıl bir çıkmaz sokağa ittiklerinin farkında değillerdir, diye umuyorum. Oysa Türk düşüncesi açısından konu, güzelin duyularla algılanmasından ibaret olamazdı. Meselenin bu can alıcı yönü, Türk edebiyatını bilen ortalama bir münevverin bile gözünden kaçacak gibi değildir. Fakat dönemin ideolojik ortamında özellikle yakın tarihimizin kültürel birikimi vebalı muamelesi görüyordu. Hâlbuki estetik meselesi, Türk düşüncesinde ne sadece duyularla algılama ne de tek başına bir güzellik konusuydu; edebiyatımızın yüzlerce yıldır sayısız eserinde duyuş başlığı altında devasa bir kavramsal çerçevenin konusu olageldi. Duyuş Türkçede sadece güzellik değil; bir vicdan, adalet ve gönül meselesiydi. Bu kadar büyük bir başlığın görülememesinin -Türk aydınının bugün bile anlamaktan adeta kaçtığı- çok önemli nedenleri var. Bunlardan birincisi hiç şüphesiz kurucu aklın kendini var ettiği ontolojiden uzaklaşılmasıdır. Buna bağlı ikinci sebep ise îtikadi kopuşla yetinmeyip özgün varlık anlayışının kültür bilgisi olarak bile çağdışı bulunmasıdır. Nevzuhur aydınımız taklit etmeye çalıştığı Avrupalı çağdaşlarını ve düşüncelerini biraz olsun tanımış olsalardı belki bu kadar uzağa savrulmayabilirlerdi. Başta Fransız ve İtalyan entelektüelleri, dilini konuştukları halkın ontolojisine bağlı olmayanları bile, kendilerini içine doğdukları kültürün bir parçası olarak görüyorlardı. Dolayısıyla kendi medeniyetlerinin tarihi, dini ve diğer kültürel unsurlarını kuşatan bir literatürün içinden dünyaya bakabiliyorlardı. Bu bağlamda kültürel milliyetçilik Batılı entelektüelin alâmet-i fârikalarından sayılır.
Hikmet-i bedâyi tanımlaması, klasik edebiyatımızda çok eskiden beri kullanılan duyuş kavramının bir sis perdesinin ardında kalması neticesinde ortaya atıldı. Mesele her iki tanımlamanın tarihi konumu açısından çok temel bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Güzelduyu sözü TDK Güncel Türkçe Sözlük’te hâlâ durmaktadır. Ne yazık ki bu sözün de içi Türk düşüncesi ile doldurulamadı. Güzelduyu kelimesinin Türkçe kavramlaştırma süreci, edebiyatta ve düşünce dünyasında kendine yer bulamayarak pratikte kullanım dışı kaldı. Neticede Batılı öykünmeci Türk düşünce hayatının, birçok konuda olduğu gibi, bu konuda da korkunç bir yabancılaşmaya dûçâr olduğunu görmezden gelemeyiz. Bunun sonucunda estetik sözü bir kavram olarak her alanda kullanılır oldu.
Onlara göre çağdışı kabul edilen dini terminoloji ve Farsça etkisi inkâr edilemez edebi dil terk edildi. Ama üretim sürecinde Türk aydının katkısının olmadığı Batı düşüncesine ait doktrinal temelli terimler dizgesi bilinçsiz anlam kopyalamalarıyla sözlüklerde yerini aldı. Haliyle Türk düşüncesi, bu yazıda örnek olarak gösterdiğimiz yalnız duyuş konusunda akamete uğramadı. Geldiğimiz noktada Türkçe yazanların önemli bir bölümü felsefe, bilim ve edebi anlatının her türünde estetik sözünü yaratan kültürün kavramsal içeriğine mahkûm oldu. Bu aslında yukarda değindiğimiz ontolojik kopuşu da beraberinde getirmiştir.
Bu durum, esasen düşünce hayatının adeta plastik bir çerçevenin içine hapsolması anlamına geliyor. Plastik sözünü özellikle kullanıyorum. Çünkü en, boy ve derinlik anlayışı ithal edilmiş modern düşünce hayatı, kendini zaman algısı dumûra uğramış ve nihayet mekân kavrayışı mühendislik sınırlarını aşamayan bir çıkmaz sokağın içinde buldu. Birçok “aydın” bu durumu izah edebilmek için “Ne Doğuluyuz ne Batılı, Doğu ile Batı arasında köprüyüz.” benzeri ucuz sloganlara sığınmak zorunda kaldı.
Özellikle yakın döneme kadar her türden yazılı ve sözlü ürünlerde temel sorunun dil kullanımında olduğu zannedilmekte. Edebi eserlerden akademik makalelere, köşe yazılarından ders kitaplarına kadar kullanılan lisanın kelime hazinesi bakımından kısırlaştığını artık herkes kabul ediyor. Bugün elimizde kalan sınırlı söz dağarcığı mânâ daralmasıyla malûldür. Bu süreç, lisanımızdaki anlatım gücünün her geçen gün zâfiyete uğramasıyla devam ediyor. En az üç yüz yıllık serencamın bizi aşama aşama getirdiği yerden bahsediyoruz. Konunun sonuçlarını tartışmak, bizi meselenin sebeplerini ihmâl ettiğimiz bir neticeye getirmemeli.
Bir kısım “Batıcı Türk aydınının” içine düştüğü kısır döngü, her şeyden önce lisan şuursuzluğundan kaynaklanıyor olmalı. Dil meselesi bugüne kadar başta Nihat Sami Banarlı ve Sait Başer olmak üzere birçok mütefekkir tarafından zaman zaman farklı yönleriyle ele alındı. Attila İlhan’ın aydın eleştirisi, bazı duyarlı mahfillerde ses getirse de beklediği etkiyi yaratamadı. İlhan’ın dil devrimi konusundaki eleştirileri 1940 yılından sonrası içindir. İdeolojik yaklaşmak yerine kültürel perspektiften bakabilseydi olumlu sonuçları olabilirdi. Bunun bir nedeni İlhan’ın kurucu akılla bağının kesintili güzergâhı olabilir. Sorunu Başer derinliğinde ve ufkunda çözümlemeye tabi tutan pek fazla mütefekkir de olmadı maalesef. Başer Kutadgu Bilig’de Kut ve Töre isimli eserinde Türk düşüncesinin başat kavramlarını semantik çözümlemelerle ele alır. Töreli anlam dünyasına kendine özgü üslubuyla nüfuz eder. Dolayısıyla dilin içinden bakarak değerlendirdiği fikri, sarâhate kavuşturmayı hedefler. Onun yaklaşımı, terminolojinin tarihsel boyutunu inkâr etmeden güncel bir değerlendirmeyle anlamlandırma eğilimindedir. Konu edindiği Kutadgu Bilig’de eski aktarımları yer yer eleştirirken Töre’nin kavramlarını yeniden anlaşılır kılmaya çalışır. Toplumsal Aklı Anlamak’ta ise düşünceyi, anlama odaklı analizlerle insicamlı ve sistematik bir düzleme oturtur. Bu eserinde Başer, düşünsel bir dayatmada bulunmadan, okuyucuyu çok daha geniş bir fikir coğrafyasının kapısına kadar getirir. Ele aldığı bazı başlıklarda Türkçenin maharetini keşfedecek ipuçlarına değinir. Bu tavır onun kitaplarında ve makalelerinde göze çarpan kendine özgü bir kavra/t/ma yöntemidir. Özellikle “Türkçenin ontolojik hüneri” üzerinde durarak aydın olma iddiasındakileri dilin bu özelliğine yönlendirir. Onun için Türkçe hâlâ keşfedilmemiş bir kıtadır.
Meseleyi aynı vukûfiyetle değerlendirme iddiasında olmasam da Türkçe düşünme uğraşına girme hakkımı kullanmak isterim. Buna ana dili Türkçe olan herkes gibi bu yazının müellifinin de hakkı olduğuna aklı başında kimsenin itiraz etmeyeceğini düşünüyorum.
Töreli Hikmet Geleneğinin Mimarı Kurucu Akıl ve Dilin Kendine Özgü Anlama Köklerinin Unutulması
Medeniyetin en belirgin göstergesi, varlık hakkında özgün bir fikrin ortaya çıkması ve bu düşüncenin ifade imkânını sağlayan köklü bir dil kurgusudur. Düşünce, tahayyül sınırlarını aşarak bir tasavvur coğrafyası inşa ederken kendi lisanını da kurar. Kurguladığı dilin mârifetiyle de tasarımını kavramlaştırır. Başer’in dediği gibi “Dil, toplumların kutsal kitabıdır.” Elimizdeki belgeler ışığında baktığımızda Türk medeniyet tasarımının adının Töre olduğunu biliyoruz. Töre’nin dilinin Türkçe olduğunda ise hiç şüphe yok. Buradan hareketle Türk dilinin hem kurgusunda hem içeriğinde Töre’nin bir ana fikir olarak bulunduğunu söyleyebiliriz. O halde temel kavramlardan tutun da bağlaç ve eklere kadar lisana nüfuz etmiş bir dünya görüşünden söz ediyoruz. Öyleyse Türkçe, Kök Tanrı temelli türeyiş fikrinin bütün ihtimallerini doğal olarak bünyesinde taşır. Bunu kanıtı olarak Töre’yi anlatan Kutadgu Bilig’in zengin kavramsal içeriği bile tek başına yeterli olur. Kaldı ki Yunus Emre’den Aşık Paşa’ya, Fuzuli’den Yahya Kemal’e, Tanpınar’dan Ayverdi’ye kadar Türk dilinin nelere kadir olduğunu biliyoruz.
Satır-altı Kur’ân tercümeleri ve Kutadgu Bilig’de gördüğümüz özgün Türkçe çok dikkat çekicidir. Bu eserler Müslümanlığın kabulünden sonra kalem alınmıştır. Töre ile İslam arasında bir çelişki görmeyen Türk aklı, anlam dünyasına nüfuz etmeye çalıştığı yeni dinin terminolojisini Türkçeleştirmekte hiçbir sakınca görmemişti. Hatta Kök Tanrı’nın sıfatlarını Allah için yakıştırmış ve samimiyetle kullanarak Kadîm yerine Bayat, Bakî yerinde Mengü, Yaratan yerine Törütgen… demeye devam etmişti. Örnekler saymakla bitmez. Konuyla ilgilenenler için Başer’in Kök Tengri adlı eserini öneririm. Bunlarla beraber Arapça ve Farsça dini terminolojinin karşılığı olarak yeni Türkçe kelimelerin tercih ve icat edildiğini de görüyoruz. Örneğin namaz için yükünç, secde için yükünmek, ibadet için tapug… gibi. Diğer birçok örnek için Divan-ı Lugat’it-Türk ve Kutadgu Bilig başta olmak üzere özellikle Karahanlı dönemi Türkçe eserlere bakılabilir. Bu durum 14. yüzyıl sonlarına kadar, zayıflayarak da olsa, devam etmiştir. Hoca Ahmet Yesevî, Yunus Emre, Âşık Paşa, Eşrefoğlu Rûmi, Ali Şir Nevâi ve çağdaşlarında Türkçe varlık terminolojisinin zenginleşerek yürüdüğünü görüyoruz.
Özellikle 15. Yüzyıl başlarından itibaren Anadolu ve Rumeli’de işlenen edebi Türkçede Farsça kelimelerin ağırlığı artarak devam eder. Resmi yazışmalarında, hukuk dilinde ve dini ıstılahta Arapça kökenli sözcükler yoğunlaşmaya başlar. Bu yönelişin bir taraftan Türkçeyi zenginleştirdiği doğrudur. Banarlı’nın söylediği gibi “Türkçe diğer dillerden aldığı kelimeleri kendi hamulesinde yoğurarak Türkçeleştirmektedir.” Diğer taraftan Türk Müslümanlığının temel kavramlarının unutulmaya yüz tutması, unutulan kelimelerdeki anlam köklerini düşünce hayatının dışına atmaktadır. Böylelikle Türkçe kökenli yeni kelime türeyişi en aza iner. Başka bir etkisi de Türk kulağına olan yabancılaşmanın önünü açmasıdır. Bunun ne demek olduğu dil devriminin ilk yıllarında daha çok anlaşıldı. Bütün eleştirilere rağmen, devrimin ilk yıllarında türetilen yeni sözcükler Kutadgu Bilig Türkçesindeki ses sistemine yakınlığı ile bir çeşit özgünlük içeriyordu. Bu durumda yeni türetilen kelimenin Türk kulağı tarafından tanınması beklenirdi. En küçük ses birimine uyumlu bir kelime yapısının başarılı olması doğal bir sonuç olacaktı. Fakat beklenen olmadı. Yeni sözcüklerin önemli bir bölümü, olanca akademik ve resmi kullanıma rağmen halk tarafından kabul görmedi. Hâlbuki halk tarafından kullanılan dil, Osmanlı dönemi münevverinin diline kıyasla “fono-morfolojik” açıdan daha az ses ve söz kaybına uğramıştı. Ama genel olarak Türk kulağı Türkçe ses dizimi bakımından önemli ölçüde aşınmıştı. Bunun da Türkçe anlamaya olumsuz tesirini en çok dini düşünce hayatında görüldüğü söylenebilir. Arapça kökenli terminoloji, din anlayışında da ister istemez Eşarî ağırlıklı fikri yönelişlerin kapısını açan unsurlardan biri oldu.
Meselenin diğer yönünde de Tekke var. Türk fikir ve sanat hayatına yön veren kurumların başında şüphesiz tekkeler gelirdi. Klasik edebiyatımız ve her türden sanat şubesinde tekke kültürümüzün zengin muhtevası inkâr edilemez bir gerçek. Tekke ağırlıklı edebiyatımızda da Farsçanın kesif tesirini de görmezden gelemeyiz. Kadim varlık anlayışındaki özgünlüğün camiden çok tekkede daha uzun süre devam ettiğini kabul edebiliriz. Burada da Farsçanın taşıdığı ses estetiğinin Türk duyuşu üzerindeki olumlu ve olumsuz etkileri, çok teknik bir husus olsa da, üzerinde düşünmeye değer doğrusu.
Tanrı, Töre, kut ve bilge benzeri Türkçe varlık edebiyatına ait onlarca temel kavramın unutulması, düşünce dünyamızda yeri doldurulamaz boşluklara yol açtı. Ana dili Türkçe olan düşünürlerin, edebi eserlerini Farsça yazma eğilimini nasıl izah edeceğiz? Düşüncemiz, inanmalarımız ve zevkimizde derin tesirleri olan Hz. Mevlana’nın Anadolu’nun göbeğinde Farsça yazmasının Türkçede nelere sebep olduğunu henüz keşfedemedik. Diğer taraftan yine ana dili Türkçe olduğu söylenen Farabi, Meragi ve Ali Kuşçu benzeri bilim adamlarının da eserlerini Arapça ve Farsça kaleme aldıklarını biliyoruz.
Millet olarak tarih boyunca en çok ihtiyacımız olan, en çok ihmal ettiğimiz olmasın!
Dil bilinci mi desek, lisan şuuru mu?
Âşık Paşa gerçek bir kahramanmış meğer. Aziz ruhu şad olsun:
Türk diline kimsene bakmaz-ıdı
Türklere hergiz gönül akmaz-ıdı
Türk dahı bilmez-idi ol dilleri
İnce yolı ol ulu menzilleri