Günahı Var mı?

İstanbul’un baharı pek keyfîdir; yıl olur, alelacele gelir; yıl olur, beklemekten göz nurunuz söner. Bu yıl, alelacele geldiği yıllardan biri oldu. Henüz 30 Mart, sıcak havalar için çok erken ama siyah takım elbisesinin içinde terledi de terledi. Yaka düğmesi ve kravatı birer kara kuru el oldu, ümüğüne çöktü. Kundurası da ayağını vurdu, serçe parmaklarındaki küçücük nasırların ihtişamlı azabı da caba. Bir aralık ayakkabılarını çıkarmayı kurdu ama hocanın da somunu gevşemiş, diye lakırdı çıkaracaklarını düşünüp vazgeçti. Yaka düğmesini ve/veya kravatını gevşetebilirdi. Gevşetebilirdi gevşetebilmesine ya, alışkanlıklar edinilirken nasıl yıllar alıyorsa terk edilmesi de şıp diye olmuyor. Varsın konuşsunlar, diyecek oldu amma vazgeçti. Elin ağzı torba değil ki… Bir gün ayakkabılarını boynuna asıp yalın ayak gelen İbo’yu tefe koymuşlardı da anacığı oğlunun deli olmadığına mahalleyi ikna etmek için akla karayı seçmişti. Eh, kargaya yavrusu kuzgun… Samur Manav’ın Şahika’ya tutulasıymış da Şahika bunu istemeyesiymiş de o da divane olasıymış. Balat’ta batakhanelere dadanasıymış da elde avuçta ne varsa, iki onluk talebenin elinde avucunda ne olacaksa, kaptırasıymış da öylelikle aklını oynatasıymış. Terk-i Dünya’da boyundan büyük laflar edesiymiş de çarpılasıymış. Herzelerden herze beğen. İnsan ne çok yakıştırır, ne çok laf uydurur, zihin nasıl da hudutsuzdur; hele kendini ilgilendirmiyorsa. En, belki de tek, doğrusunu Niko söylediydi yine; İbo ne yapsın, kırk yıllık papazın oğlunu felsefe okuluna gönderirsen o da ayakkabısını boynuna asar gelir. Eh, şöyle böyle ipe sapa gelir bir laf işte. Neyse, dedi, neyse ki unutuldu. Mahalle unuttu, herkes unuttu ve İbo yine iyi çocuk oldu. Aslına bakarsan Şahika da iyi bir kızdı, diye düşündü. İbo’nun, ayakkabılarını Şahika yüzünden boynuna asıp geldiğini düşünenler, yaktı çocuğu, dediler. Esasen dedikleri gibi bile olsa çocuğu niye yakmış olsundu ki! Herkes gibi Şahika’nın da kendi kararlarını kendi alma hakkı yok mudur? Pekâlâ İbo değil de mesela bakkalın çırağı Ethem’le evlenebilirdi. Kaportacı İhsan’ın kalfası Samet, Koca Fatma’nın öksüz torunu Mesut ya da mahalleden veya çevreden bir münasip namzet uydurulabilirdi. Ama Şahika öyle yapmadı, yüksek memurdan bir kısmeti çıktı. Kaçırmadı. Acaba İbo’nun Şahika’ya bir ilgisi gerçekten yok muydu? Şahika iyi olduğu gibi güzel kız da değil miydi? Sevilemez miydi? Yani İbo gerçekten Şahika’ya tutulmuş olamaz mıydı? Hem ateş olmayan yerden de duman çıkmazmış. Aman canım, geçti gitti işte. Allah selamet versin. Ayakkabısı vurmasa o da hatırlamazdı. Gidinin mahallesi… Onun da başından bir sergüzeşt geçti. Belki de geçmedi. Okul dedin mi dikkat; Kays girer, Mecnun çıkarsın. Gençlik işte, insanın aklı bir karış havada tabii. Göz gördü, gönül sevdi; gayri gelsin malihulyalar… Adına Meryem, deyip geçmişler. Geçmişler ya, şöyle bir oturup anlatmaya kalksa en havalı kelimeleri bulup seçer, yan yana getirince kifayetsiz bulup beğenmez fakat söze kaleme getirecek olsa düşünceler, duygular dağılır giderdi. Söylemek haddi değildi de yazmaya niyetlenir ancak yazacak olduğunda hatırlayamazdı. Yalnız içinde bir akkor biteviye işler durur, böylece asla Meryem’den gafil olmazdı. Duyulur diye ödü koptu. Uykusuz geceler atlattı, şiir miir gibi şeyler karaladı, dünyaya kör oldu, kulak asmadı. Canım buna âlem-i imkân derler, dedi. Canımı alacak değil ya, dedi. Duyurdu. Keşke canını alsaydı. Duyuldu. Olacak şey var, olmayacak şey var; dedi. Bir kendine bak, bir bana bak; dedi. Baktı. Bir kendine baktı, bir Meryem’e baktı. Hak verdi, savuştu, bir daha da lafını etmedi. Eh, gönüldür; unutmasa da akışa kapılır, alışır gider. Şuradan geçerken sızlar, burada dikilirken yıkılır, şöyle şöyle olsa/olmasa yaşayamam sanır… Dünya devreder durur. Sonra sonra silikleşir. O kadar acıtmaz olur. Leyla gelin oldu, Mecnun mezarda… Yine de bir sabah durup dururken hayat güzelleşiverir. Yalnız o akkor, onun yeri belli kalır. Otuz yıl dediğin insan ömrü, işler durur mübarek. Neyse neyse… Düşündü ki ömür dediğin gün gün akça pakça bir mum gibi içimizde birikir. Hevesimizden, korkumuzdan, bildiğimizden, yanıldığımızdan… canım işte şundan bundan bir fitil îcâd edilip yakılır da damla damla erimeye başlar. Sonuna kadar yanar da eceliyle sönerse ne âlâ amma bizimkinin daha yarım çeyreği yandı yanmadı, püf dedi söndürdü Meryem.  Düşündüğünü beğendi. Dalgın, yavaş, yorgun, başı yerde kahvenin önünden geçerken Ari önüne atladı; kale sen bilirsin, gel bi’ akıl ver şu şaşkalozlara! Şöyle bir irkilip ayıldı, ölümlülerin arasına döndü. Ari bu kahvenin ocakçısıdır. Kimi kimsesi yoktur, kahvede yatıp kalkar. Haftanın bir günü iki dirhem bir çekirdek süslenir, kaybolur. Ertesi sabah yine aynı pejmürde haliyle ocağının başına geçer. Heyhat! Bir kez sürçmekle İbo’yu tefe koyan mahalle, haftada bir kaybolma itiyadı olan Ari hakkında neler anlatır neler… Sayıp dökmeye sayfalar yetmez. Ari’nin peşinden kahveye girdi. Kahve ahalisi elektrikli bir tartışmaya tutuşmuş, yüksek sesli iddialar birbirine karışmıştı. En son, ne alakası var kardeşim, dedi biri; gavurun kestiği yenmez, diyor; yoğurduğu yenmez, demiyor ki. Onu da susturdular. İçerdekilerin açtığı insan koridorunu takip ederek üzerinde sofra örtüsüyle kapatılmış tepsi duran bir masanın önüne geldiler. Kahve ahalisi karşısında bir yarım daire kurdu. Ari örtüyü kaldırınca paskalya çörekleri göründü. Şimdi aga, diye söze girdi Şimdi Kemal; bu çörekleri kiliseye ayine giden kadınlar bıraktı. O daha devam edemeden, yenmeeeezz, dedi biri. Ulan bi’ dur, diye susturdular. Şimdi Ari ve şey arkadaşlarımız kusura bakmasın da… şimdi komşumuz da olsa bu çörekleri gavur ablalarımız… Dilini ısırdı. Arkasını dönüp sordu: Neydi lan? Kalabalıktan birkaç ses, gayrimüslim, diye düzeltti. Heh, şimdi bu çörekleri gayrımüslüman ablalarımız getirdi ya… Şimdi bu çörekleri yemenin günahı var mı? Kalabalık iyiden iyiye yaklaştı. Sessizlik büyüdü. Merak büyüdü. Dikkat büyüdü. Sessizce, merakla ve dikkatle odaklanan kahve ahalisine tek tek baktı. Keskin bir hareketle sandalyeye oturdu. Günahı var, dedi; zinhar yenmez! Önce bir gürültüdür koptu; demedim mi, nasıl ya, yenmez tabii abi, bırak be, kestiği diyor, abi demek yoğurduğu da… Sonra herkes masalarına dağıldı. Sesler dağıldı. Ocakta sitemle ona bakan Ari’den bir büyük çay istedi. Ari gönülsüz, beş karış suratla çayı getirip masaya bıraktı, ayaklarını sürüye sürüye ocağa döndü. Kırılmıştı. Hoca, bismillah, diye paskalya çöreklerini yemeye başladı. Şimdi Kemal fark ve hayret etti önce: Şimdi Hoca hani ya yenmezdi, şimdi hani ya günahı vardı? Bütün bakışlar Hoca’ya döndü; merak eden, soran, kınayan, biliyordum diyen ve daha birçok halden, edadan bakışlar… Hoca sakin çayından bir yudum aldı, Şimdi Kemal’e baktı. Tok sesiyle kendinden emin konuştu: Var ya Kemal ağabey, hem de büyük günahı var. Mesela yalan söylemenin günahı büyük. Bakışlarını kalabalıkta gezdirdi. İşte en başta ben, dedi; içimizde yalan söylemeyen var mı? Bazı başlar yere eğildi, bazı bakışlar etrafa dağıldı. Hoca tekrar çöreklere çevirdiği bakışlarını kaldırmadan, söz temsil içki içmenin de günahı var, dedi. Ottur günahı yoktur, deseler de öyle değil beyim, muhakkak vardır. Kumar oynamanın da oynatmanın da günahı vardır, velev ki gazozuna olsun. Hele aylardan ramazansa taksimetre katmerli işler, bilinsin. Bize küçük, önemsiz görünür; birbirimize taşıyıp durduğumuz, bizi birbirimize gücendiren o lafların da günahı var. Birbirimizi birbirimizin arkasından çekiştirip durmamızın da günahı var. Ne de tatlı olur meret, değil mi?  Hey yavrum hey! Dahası… Şimdi Kemal yerinden kalktı: Şimdi Hoca, şimdi dahası kalsın. Neşen bilir, diye söylenip çörekleri yemeye devam etti Hoca. Uzun bir sessizlik oldu. Herkesin kendince iç murakabeye yöneldiği bir sessizlikti. Neden sonra sessizliği Hoca bozdu: Ulan kerkenezler, bütün bu tepsiyi ben mi yiyeceğim? Ne öyle susup kukumav kuşu gibi düşünüyorsunuz? Hele şöyle iskeleye yanaşın da komşularımızın hayrı bereketlensin. Yok Hoca yok, diye iç geçirdi biri; biz yiyeceğimizi yedik! Hoca Ari’yle göz göze geldi, işmar etti. Ari önce çörek tepsisini, sonra çay tepsisini masalarda gezdirdi. Hoca daha sigarasını saramadan acı kahvesini de yetiştirdi. Yaşa ulan hoca, dedi; çok yaşa sen e mi! Hoca kahvedekilere bir göz attı. Sessizliğin arkasında gerçekleri kabullenme vardı elbet fakat az çok alınmacalı darılmacalı da bir sükuttu bu. Hoca, sigarasından dolu bir duman çekti. Agalar, dedi, sigaranın dumanı ağzından burnundan tütüyordu; ne demiş eskiler: Kul, günahsız olmaz. Kitapta yeri var, biz hiç günah işlemesek Cenab-ı Allah bizi helak eder ve yerimize günah işleyip tövbe eden kullar yaratır. Büyüklerimiz de hiç kabahatsiz olmaktansa kabahate düşüp pişman olmak yeğdir, demişler. İmdi. Bu bizim insan olmaklığımızın kaçınılmaz tecellisidir. Artık meşrebine göre, o günah ille işlenecek aga! Hemi de hakkını vere vere, tadını çıkara çıkara işlenecek! Peki, neden işlenecek? Allah’a yaklaşmak için işlenecek. İnsan günah işleyip pişman oldukça kim kul, kim Allah; kim af umar, kim affeder; kim talip olur, kim talep edilir; bittamam anlar. Kudret nedir, varlık nedir, birlik nedir? Anlar. Biraz durdu. Daha söyleyecekti, kararsız kaldı, derken vazgeçti. Ya da öyle olması umulur, deyip sustu. Teskin olmuş, tatmin olmamış, beğenen, bulanmış, bunalmış… bakışlar arasında ceketinin cebinden çıkardığı paraları masaya bırakırken derin bir nefes aldı: Bana müsaade abiler, dedi. Ağır adımlarla, düşünceli, kararsız eşiğe kadar geldi. Arkasına bakmadan kendi kendine söyler gibi; Allah görülmez derler, hâşâ! Allah’tan başkası görünmez, dedi. Yürüdü gitti. Hoca gittikten sonra da sessizlik derinleşerek bir süre daha devam etti. Şimdi Kemal tereddütle sessizliği bozdu: Şimdi sonuçta cami hocası değil, mektep hocası; çok da şey yapmamak lazım.

 

 

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.