Gül, Bülbül ve Diken…
“Cemâli zâhir olsa tiz celâli yakalar anı
Görürsün bir gül açılsa yanında hâr olur peydâ”
Sahi neydi gül ile bülbülün hâr (diken) davası?
Gülü sevmemize hizmet eden şey dikenin gülü sevenlere verdiği tahribat olabilir miydi?
Can acısı nedir bilmeyen, yüreğinin pâre pâre oluşuna dikkat kesilmeyen hangi cân dikenin gülü sevmesindeki hizmete nazar kılabilirdi?
Kötü görünmek pahasına güle muhafızlık eden dikenin aşkını habis görmeye cüret etmek hadsizlik nevinden olsa gerek. Bülbülün güle olan muhabbetinden yüzümüzü dikene çevirdiğimizde görüyoruz ki, diken güle tecellinin yalnızca bülbülün sesinden gelmediğini kanıtlama gayretinde. Gül ise, içinden neşet eden dikenin kendisinden gayrı olmadığını, sevdanın yalnızca surete değil sirete de tâbi olduğu göstermek için dikenini anlamaya ve anlatmaya yeltenircesine haristanları mesken tutmuştu belki de..
Haristanların işaret ettiği güller, tecelliyi sadece bülbülde arama gafletinden sıyrıldığı için dibindeki bu muhabbet inkişafına kayıtsız kalamıyor, kokusunu ve renklerini dikeninden esirgemeyerek viranelerdeki cevherlere bir muştu sunuyordu.
Gül, feragatini dikenle yan yana ömür sürerek gösterirken derd-i muhabbetin mahiyetine de işaret diyordu. Dikenine muhabbet besleyip, biraz da onun sayesinde arz-ı endam eden gülün tecelliye mazhariyeti gönlüyle görenlere bir fırsat nevindendi. Dikenle yan yana olmaklığı bir bahtsızlık olarak ele almayan gül, kendisine duyulan muhabbetin mahiyetini diken sayesinde anlama ve müşahede imkanına erişiyordu. Gülün feragati, ona yalnızca çekilen zulmete rağmen sevmeyi değil zulmet addedilendeki huzuru tanıma imkânı veriyordu. Zira beyhude yere katlanmıyordu gülü sevenler dikene… Biraz da bu sebeple bülbülün katlandığı dikene dahi bir feragat nazarıyla bakılabilirdi şüphesiz.
“Veli ârif içre cemâlini görür dâim
Bu hâristânın içinde ana gülzâr olur peydâ”
Niyâzî-i Mısrî
Firakler, Feragat ve İstiğna…
Kâinattaki her şey,
bir başka şeyde,
başka başka tezahürlerle
var olabiliyordu.
Deniz, kayalar sayesinde sesini tercüme imkânı buluyor,
Kuşlar, uçuşların keyfini güneşin sunduğu renklerde süzülürken yaşıyordu.
Kim bilir ne anlatıyordu dümenler kaptanlara?
Kıyılar, açıkların özlemiyle ne zamandır yanıp tutuşmaktaydılar mesela?
Bunca tezâhür, tefekküre davet ederken tecellinin noksanlığından bahis açılabilir miydi dersiniz?
Hangi cân, cânân addettiğini toprakla buluştururken esas firak edenin kendisi olduğunun idrakindeydi?
Göğsünü ufukların nidasına açan kişi, hangi siperi korunma aracı olarak tayin ederse etsin korunmasına tevfiki sipersizlikten buluyordu. Siperler tabiatına muvafık hareket etmemek pahasına tecellinin ebedi darbelerine râm olmuşken siperi taklide yeltenmek taklitlerin en muteberiydi belki de…
Her idrak, kaçışların hizmet ettiği vuslatlara nişan dikmeli! Attığımız ok, hedefine saplandığında dökülen kanlara ah ü vah edeceğimize aşk temreninin buluştuğu candaki ilahi sesine kulak kesilmeli!
Bu benim başıma neden geldi? Sorusu, bir isyana değil uyanışın adımlarına hizmet etmeli. Çıktığımız seferin heybetli adımları Yunus’un diliyle konuşup;
“Gözüm içinde sensin bile bakan
Eğer sen bakmasan yolum görünmez”
Dedikten sonra yolumuza ışık tutmalı.
Görünenin ardındaki mânâya dikkat kesilen tüm idrakler için mücbir addedilenler yerini teslimiyetin rehavetle karıştırılmayanına bırakmalı.
Kıyılar, açıklardakilerin tek kurtuluşu addedilmişken Nâbî’nin asırlar öncesinden “Müstağrık-ı hakikat, meyl-i kenârı neyler?” mısraındaki hikmetle buluşmalı “olmazsa olmazlar”ın insanı…
Hakikaten de hakikate dalanların gözü sahili niçin arasındı?
Hakikat bağrına kıyı da açığı da basamaz mıydı?
Veyahut hakikat denizinde bir kurtuluş addedilen sahil, denizin kendisi değilse hakikate riya gölgesi düşmez miydi?
İstiğnalar, feragatleri bağrına basmadan o yüce istinatgaha yani gönle yerleşemiyordu. Sonsuz feragatleri gönlümüzde yeşerteceğimiz nice firakla, vuslata dahil olmayanları yolumuzdan ayıklayabilmek dahi bir hamd ve şükür sebebiydi.
Sorular, teşekküllü cevaplardan daha ihatalı bir tefekküre davet edebilir kimi zaman. Cevapların ardına düşenler için soruların uçsuz bucaksız oluşu bir yeis veya ümitsizlik sebebi değil hakikate doğru düşe kalka doğrulana yanlışlana muttasılan yürümenin azığı…
Soruların açtığı yollarda müstakimen yürüyenlere selam olsun!