SORU:
Hocam,
Türk toplumuna yaşadığı dramatik kültür kırılmalarının ardındaki özgün telakkîsini tanıtmak, hatırlatmak ona ne kazandırabilir?
CEVAP:
Bir çok insan benim Türk Müslümanlığı konusunu modern Türk toplumunun her derdine derman olacak bir yeni ideoloji olarak kurguladığımı düşünüyor. En azından, bunun bir keşif olduğunu fark edenlerse, geçmişten her derde devâ bir selefî form devşirdiğimi zannediyor.
Ne odur ne budur.
Ben ne bir ideoloji inşâ ediyorum, ne de bir tür yeni selefî hareket teklif ediyorum. Bakın bu çok nettir. Bir Başerizm teklif etmiyorum. Maturîdizm teklif etmiyorum, Yesevizm teklif etmiyorum. Hattâ o kadar net söylüyorum, bir yeni sufizm teklif etmiyorum. Bu tür tekliflerin hiç birinde sağlıklı bir gelecek tasavvur imkânı bulamazsınız. Gökalp gibi “Türkçülüğün Esasları” adıyla bir kitap yazmayı hiç düşünmedim. Törecilik, Tengricilik, soy temelli bir Turancılık benim fikir dünyamda karşılık bulmuyor.
İmam Maturîdî konusu üzerine konuştuğum ve yazdığım yerlerde, hazretin dehâsını, ufkunu, fikrî terkibini hayranlıkla karşılamakla berâber, benim için Maturîdî’nin önemi karışık olmayan birkaç başlık altında toplanabilir. Bunlardan birisi; îmanın taklit olamayacağını görmüş olmasıdır. Ki, biliyorsunuz, taklidî iman konusu İslâm dünyasındaki ilmî ve fikrî atâletin temel sebeplerindendir.
Siyâsî emeller adına toplumun hipnotize edilmesini mümkün kılan bir tür manevî jenosit imkânı vermektedir. Bu bahis açılabilir. Yani birinci başlık Mâturîdî’nin taklit ve iman kavramlarını yan yana getirmeyişidir.
İkinci başlık; Maturidî’deki Allah tasavvuru konusudur. Ki, birinci konuyla ilişkilidir. İmam Maturidî, Mu’tezîle’den îtibâren büyük tartışmaların koptuğu âlem-Tanrı ilişkilerini, diğer ekollerin bilhassa Eş’arîlerin yaptığı gibi zat-sıfat ayrımıyla cevaplandırmıyor. Esasında bu nokta benim için konunun rûhudur. Çünkü geri kalan istisnasız her konu, bu perspektif bağlamında anlam ve değer kazanır.
Şehâdeti mümkün görmek zat-sıfat ayrımı yapmadığınız takdirde söz konusu edilebilir.
O ayırımın devam ettiği bir zihin için şehâdet mümkün değildir, kesin bilgi mânâsına gelen îman da ancak taklit üzerinden insanlara teklif edilebilir.
Esâsen zat-sıfat ayırımı yapıp, varlığı “sıfatlar âlemi” diye nitelendirmek, Tanrı’yla insanın temâsını kestiği için, biz “bize şah damarımızdan daha yakın” olan kudretle ilişkimizi kaybederiz. İşte onun yarattığı zaaftır ki, bilhassa Eş’arî anlayışın hâkim olduğu dünyada, tefekküre haram gözüyle bakılmasına sebep olurken, ritüel anlamındaki ibâdetlerin şekil ve uygulama bakımından ağır müeyyidelere bağlanarak detaylandırıldığını, koyulaştırıldığını, ağırlaştırıldığını tespit edebiliriz.
Tefekkürü en üstün ibâdet telakkî etmiş bir ibâdet sistemine bundan daha ağır darbe vurulamazdı.
Çünkü bu yaklaşım, aynı zamanda Zât’tan mahrum sıfatlar âlemine dönük ilimlerin de îtibar kaybetmesine yol açtı.
Hani şimdi diyorlar ya: “İslâm dünyası neden geriledi?” diye. Aslında apaçıktır tarih bilenler için:
Eş’arî ontolojisinin hâkim olduğu XI. asır, Arap coğrafyasında medeniyet yürüyüşünün sekteye uğramasına, kendini güncelleyemez bir donmaya yol açarken; aynı anlayışın Türk coğrafyalarına bulaştığı XVI. asır sonrası da bizim diz üstü çökmemize şâhit oldu.
Sorunuzu unutmayıp oradan devam edersek, ben topluma bir Maturidizm teklif etmedim. Belki teklifi şuradan çıkarabiliriz:
Mâturîdî’nin yöntemini dine duyduğu saygıyı model alabiliriz. Biliyorsunuz ona göre aklı başında her insan Allah’ı bilmek ve bulmakla mükelleftir. Bir peygamberin kendisine ulaşması şart değildir. Evet, zat ve sıfat ayrımını kabul etmez; ama, insan nesnelliğindeki fizik-metafizik buluşmasını da görmemezlikten gelmez. Madde ile manânın arasında bir denge çizgisinde yürümeyi teklif eder. O çizgi bugün için de bize pek değerli görünür.
Bildiğiniz gibi Türk toplumu varlığını “Devlet” le kazanan bir toplumdur. Başındaki devlet çatısını kaybetmiş topluluklarımız, maalesef tarihteki varlıklarını da yitiriyorlar.
Devlet ise geleneksel tarihimizde bütün varyantlarıyla Töre’nin devletiydi. Töre’nin temel ilkesi ise “adâlet”ti.
Maturidî perspektifli Müslümanlık, Töre devletleri korumasındaki coğrafyalarda karşımıza çıkar. Buna tesâdüf gözüyle bakmak mümkün mü? Yani Maturidî’nin inanç üslûbundaki Müslüman kitleler, Töre halkları idi ve Maturidî tefekkür o topluluklara özellikle Karahanlı, Gazneli, Selçuklu, Altınordu, Osmanlı, Timur, Babür devletleri gibi büyük çaplı, uzun ömürlü siyâsî teşekküller hediye etmişti. Töre halklarının Maturidî’ye verdikleri destek kadar, Maturidîliğin de Türklüğün tarih sahnesinde iktidarla ayakta kalma şansına kapı açtığı görülebilir.
İktidarla ayakta durmak, dedik.
Ben bunun sebebinin Mâturîdî ontolojisinin kabul edebildiği ilim anlayışı, epistomoloji sâyesinde gerçekleştiğini düşünüyorum. Nasıl Eş’arî dünya XI. asır sonrasında âdetâ Tanrısızlaştırdığı varlık âlemini bilimsel ilgisinin dışında tutarak büyük bir zaaf içine düştüyse, bu tarafta da Ali Kuşçuların, Takiyuddinlerin gümrah yolları feyizli meyveler veriyordu. Belki bu noktada da bunu söyleyebilim; Maturidî coğrafyanın çocukları Tanrı’yı varlık dışılaştıran bir aşırı takdis ve tenzih tutumundansa, yöneldikleri her bilimsel düzlemde nesnel veya kültürel ayrımı yapmadan bir kutlu eylemin içinde oluyorlardı. Bu tutum bugün de değerini kaybetmiş sayılmaz.
Arap dünyasındaki atâleti genelleyerek ileri sürülen İslâm-bilim karşıtlığı teorisi, Müslüman Türk çocuğunun daha yola girerken moralini bozmaktadır.
Halbuki, Maturidî perpektife göre, Tanrı’ya inanmak; fizik yapmaya, biyoloji yapmaya, matematik yapmaya engel değildir.
Bilakis, her Müslüman çocuk girdiği her bilim disiplininde “yüzünü nereye dönse Tanrı’nın bir yüzüyle muhatap”tır. Gerçek bir mü’min, şahâdeti, deney ve gözlem de dahil, bilimsel alanda da tahakkuk ettirir. Bu bakış açısının değeri kaybolmamıştır.
Yani “Maturidî düşünce toplumu kurtarabilir mi?” diye soruyorsanız, işte tam bu yaklaşım ile günümüz toplumu, İslâm’a yüklenen “gayr-ı ilmilik” kamburundan Maturidîlik’le sıyrılabilir.
Bir başka nokta; anlamanın yaratıcı niteliğidir.
Biliyorsunuz, biz Toplumsal Aklı Anlamak adlı kitabımızda bu konuya epey bir derinlemesine girdik.
Anlamanın niteliğini görmüş bir Müslüman nasıl olur?
Anlamanın niteliğini kendi dünyasında tecrübe etmiş bir insan, herhangi bir dine, felsefeye yüzde yüz bağlanabilir, bir ideolojik aparat hâline gelebilir mi? Aslında “tahkîkî iman” konusu, anlamadaki yaratıcılık özelliğinden bağımsız değerlendirildiğinde doğru bir şekilde anlaşılmış olmaz.
Hülâsaten Maturidî olmak, bana göre güncel olmak, anlamasını kalıplaştırma zaafına düşmemek, “her an yeniden doğmakta olanla birlikte, taptâze anlamalarla doğmak” demektir. Ben Maturidîlik dendiğinde şehâdeti sahih, anlaması güncel, rengârenk bir kişilikler cenneti tasavvur ediyorum.
Üniform ve tarihsel kimliklere mahkum insanların cehennemini değil.