“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer/39/9)
Elbette olmaz. Hak ve hakikatin öncüleri bilenler ve inananlardır. Hakkı koruyan ve bâtıl karşısında savunanlar da Hakk’ı tanıyanlardır. İlmin dereceleri olduğu gibi her ilim sahibinin üzerinde daha fazla bilgiye sahip başka bir âlim vardır (Âl-i İmrân 3/7; Yûsuf 12/76). Âlim-i mutlak ise Cenâb-ı Hakk’tır. Doğruyu yanlıştan ayırt etmek yetisidir rüşd. Hakkı bâtıldan ayrı tutabilen furkâna erişmiş olur. Bu ise bir mücâhededir. İnsanoğlunun yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak yaratılması ile bu savaşı başlamıştır. Bu hilâfet; insanlar arasında hak üzere hükmetmek ve hevâya uymamak ile kadrini bulacaktır. Haktan, hakikatten sapmak ise zulmü çağırmaktır. İlim sahipleri bu dâvânın erleri olmakla mesul kılınmışlardır; çünkü ilim ancak ameliyle bir kıymet ifade edecektir.
İnsanlık tarihi Hak dâvâsının âlim mücâhidlerinin örneklerini iftiharla kaydetmiştir. Bu meydanda ilim erleri hiç eksik olmamıştır. Ancak âlimin yolunun gülden döşenmediği de bir hakikattir. Doğruyu dile getirmek, bildiğini ifade etmek eğer bir menfaat odağına engel çıkaracaksa ve eğer bir siyasî iradenin hükmüne gölge değirecekse o zaman işte âlimin sınaması başlayacaktır. Zira böyle bir meydanda hakkı tutup kaldırmak, zulme mânî olmak yani doğru bildiğini ilan etmek bazen baş vermeyi de gerektirecektir.
İslâm tarihinde bu sınamanın birçok örneği mevcuttur. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe, hem âlim hem zâhid hem ilmin vakarını yücelten hem de hakkın müdâfii bir âlim olarak bizim için en özel örneklerden birisidir. Hatırlanacağı üzere; Emevîler zamanında elli iki, Abbâsîler döneminde on sekiz yıl yaşamış ve çok sayıda halifenin idaresine şahitlik yapmıştır. İmâm-ı Âzam kendi maişetini kendisi temin etmiş ve siyasîlerle herhangi bir menfaat ilişkisi içinde olmamaya özen göstermiştir. Özellikle idarecilerin haksız uygulamaları İmâm-ı Âzam’ın siyâsî otoriteye karşı bir duruş sergilemesine sebep olmuştur. Emevî halifelerinin daima karşısında yer almış ve bu zâlim idare karşısındaki Zeyd b. Ali Zeynelâbidîn’in isyanını hem bu isyana katılınması gerektiği yönünde fetva vererek hem de maddî yardımda bulunarak açıktan desteklemiştir. Emevîlerin yıkılmasının ardından kurulan Abbâsî idaresinden ümitli olsa da onların da çok farklı olmadıklarını görünce yine doğru bildiğini söylemek üzere haktan yana tavrını koymuştur. Kendisini sistemin içine dâhil etmek ve tarafına çekerek etkisizleştirmek üzere ikinci Abbâsî halifesinin kadılık teklifini ise tereddütsüz reddetmiştir. Bu durum İmâm-ı Âzam’ın Bağdat’ta hapsedilmesi ve hapiste dövülerek kendisine işkence yapılması ile sonuçlanmıştır. Ancak hiçbir muâmele bu dirayetli ve hakperest âlimi dâvâsından vazgeçirememiştir. İmâm-ı Âzam, bir ilim adamının takınması gerekli tavır açısından verilecek örneklerden sadece birisidir.
Hakk ve hakikat üzere olanlardan kılınmak niyazı ile Mehmed Âkif üstadımızın keskin kalemine boynumuzu tutabiliriz:
“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem
…
Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam
…
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boynum
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırmada geç git, diyemem aldırırım
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu
İrticanın şu sizin lehçede ma’nası bu mu?