İstanbul’un Bitmeyen Çilesi ve Bitmeyen Zaferinin Hiç Bitmeyecek Hikayesi

Onları  kasaplık koyunlar gibi ayır

ve öldürme günü için onları hazırla

YEREMYA BAB: 12 AYET: 3

Yer: Topkapı Sarayı bahçesi.

Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi başhekimi profesör, “Yaa azizim, olay gördüğün gibi epey karışık. Şu gayrimüslim iş adamı cinayetine de yepyeni bir boyut eklendi şimdi. Muhtemelen daha da bilmediğimiz nice meçhul cinayete… Burada açık havadayız, dinlenebileceğimizi sanmıyorum. Gerçi dinleseler ne olacak, sana anlattıklarımı hepsi biliyor zaten.” Belli başlı istihbarat örgütlerini kastettiğini arkadaşı anladı.

*****

Yer: Üsküdar sahilde, Kız Kulesi tarafı.

“Ulan ben sana kaç defa bu kızdan uzak duracaksın demedim mi?!”

Cüce Hüseyin kendisinden birkaç santim kısa olan Cüce’nin üzerine yürürken boynunun damarları şişmiş, öfkeyle, karadan mora dönmüş çopur suratlı koca kafasını sallıyordu. Ama elini ceketinin cebine götürüşünde çok daha  büyük bir tehdit vardı. Sağ eli, cebinde hazır bekleyen küçük bıçağın kabzasını çoktan kavramıştı.

Öne doğru adım atarken anası araya girdi. “Oğlum dur, ben burada oturuyorum, kız da yanı başımda. Buncağız da bize hikâyeler anlatıyor. Ne varmış bunda, can sıkıntısından patladım koca gün.” Başıyla yanındaki sepeti gösterdi, “Sabahtan beri gelene geçene dil dökmekten dilim kurudu, ama hepsini sattım, bak! Yoruldum billahi, o da bize çay getirdi, oturduk içiyoruz.”

Cüce Hüseyin’in gözleri önce boş sepete, sonra son kalan gülü saçına takmış, korkulu gözlerle yüzüne bakan kız kardeşine gitti. Çiçekçi Nazmiye’nin koynundaki paraların kokusuyla hayal gücü tam almış başını gidiyordu ki kızın bu defa endişe ile karışık bir hayranlıkla öteki cüceye baktığını gördü. Yine kan beynine sıçradı. Tam bir hamle yapacağı sırada Çiçekçi Nazmiye kolundan tuttu, “Haydin bakalım, geç oldu. Kız kalksana, gidiyoruz.” deyip çocuklarını önüne kattı. Hüseyin, bu iş burada bitmedi der gibi bir bakış attı öbür cüceye. Eve doğru yollandılar. Cüce, alaycı sırıtışıyla bardakları topluyordu.

*****

O gece Cüce Hüseyin’in kız kardeşi yatağına uzanmış, günlerdir dinlediği masalları düşünüyordu. Cüce her seferinde onu kibarca uyarırdı, “Bunlar masal değil güzel kız, ben sana başımdan geçenleri anlatıyorum. “ Hiç kulak asmazdı bu sözlere kız, inanmazdı. Ama masallara inanırdı…

İnsanların evlerinden çıkar çıkmaz kayığa bindikleri o uzaklardaki ülkeyi düşündü. Sokakların deniz olduğu ülkeyi. Oradaki güzel prensesi düşündü. “Sen ondan çok daha güzelsin.” demişti Cüce yavaş bir sesle, annesinin oralarda olmadığı bir ânı kollayarak. Sonra o uzak ülkenin fotoğraflarını göstermişti bir gün. “Bizim şu Boğaz gibi” demişti kız, kendi mahallesini, Üsküdar’ı, her gün anasıyla indikleri sahili düşünerek. “Ama sanki Boğaz’ın suları taşmış, sokak aralarına girmiş. Keşke burada da her taraf öyle su olsa. Kayıklara binip gitsek her yere.” “Kayık değil onlar, gondol.” demişti Cüce gülümseyerek.

Cahil insanlara hiç tahammülü yoktu Cüce’nin. Ama şu kız karşısında bütün tahammülsüzlüğü, öfkesi, kini eriyor, Boğaz’ın sularına akıp gidiyordu.

******

Yer: Topkapı Sarayı bahçesi.

Meşhur tarihçi şaşkınlık içinde, dinlediklerini evirip çeviriyordu kafasında. “İlk önce şunu söyleyeyim.” dedi gür sesiyle, “Bundan böyle önüme gelene cahil demeyi bırakıyorum. En azından kim olduğunu bilmeden! Bu cüce çaycılık yapıyordu değil mi?!” Psikiyatri profesörü, “Seni de mi adam etti bu Cüce’nin hikayesi?” der gibi ince bir alayla baktı yüzüne. Tarihçi onu anlamış gibi, o da alaycı bir sesle: “Şerden de hayır çıkar diye boşuna mı demiş atalar?” dedi. “Kayıt cihazından dinlediklerim, tarihin kaydettiği ve öyle kolay kolay herkesin vâkıf olamayacağı bilgiler. Cüce bütün bunları kendi yaşamış gibi anlatıyor. Kimdir bu herif, çok merak ettim. Sence nerede olabilir şimdi bu kısa boylu adam?”

*****

Cüce, kendince acıklı ve çok heyecanlı hikayesini anlatırken, uzaklara, sadece kendinin görebildiği bir yerlere bakarmış gibi:

“Babam Bizans’tan Kıbrıs’a fakir bir dilenci olarak dönmüştü. Deniz kızından aldığı ve fakat lanetli saydığı inci gerdanlıktan kalan son üç inciyi açlıktan ölmeyi göze alarak satmamış, onlara elini sürmemiş. Bir süre sonra da yol boyunca kirden meşinleşmiş ceketinin iç cebinde unutmuş onları. Zaten bütün parasını da yitirdiğinden ve eve gelene kadar onun bunun verdiği yiyeceklerle karnını doyurduğundan ceplerini de unutmuş.

Bizans’tan İzmir’e kadar rahat bir yolculuk geçirmiş lâkin orada bir hana yerleşip uykuya çekilince odasına giren hırsız başucundaki para kesesini çalmış. İçten içe parasının çalındığına sevinen babam lanetten kurtulduğuna inanmış.  Hamallıktan yorulduğu zamanlarda dileniyor, böylece nefsini terbiye ediyormuş aklınca.

Sonunda, korsanlara ait olduğunu yola çıktıktan sonra anladığı bir gemiye kapağı atmış. Korsanlar yol boyunca başka gemilere baskın yapıyor, ticaret gemilerini soyup soğana çeviriyorlarmış. Zavallı babam olanları yaşlı gözlerle bir kenardan izliyor, talihine kahrediyormuş.

Korsanlar babamı Kıbrıs yakınlarında denize atmışlar. Çok uzaktan görünen karaya kadar yüzmesinin imkânı yokmuş. Sonunda kulaç atmaktan yorulup ümidini yitirdiğinde bir de ne görsün, İstanbul Boğazındaki deniz kızı karşısında! Yarı baygın babamı sahile kadar götürüp kumların üzerine bırakmış. Biliyorum, deniz kızı ben dünyaya geleyim diye kurtarmıştı babamı.” Son cümleyi söylerken ses tonunda hissedilen kibir dolu ifadeyi fark edemedi kız. “Issız kumsalda sabah balıkçılar bulmuşlar onu, karnını doyurup eve kadar getirmişler. Tekrar hekimlik yapmaya başlamış Kıbrıs’ta. Evlenmiş, sonra ben doğmuşum. Cüce olduğum anlaşılınca, lânet devam ediyor demiş kendi kendine.

Henüz yeni yürümeye başladığımda  annem evin tavan arasındaki eski sandığın içinde, eski ceketi bulmuş, atacakken babamın unuttuğu ceplere bakayım demiş. Üç inci tanesini bulunca onları saklamış. Biraz büyüdüğümde sakladığı çekmecede buldum onları ve götürüp sattım. Sonra da bir çift güvercin aldım. Evin çatısında gizli gizli baktım onlara.

Aradan epey zaman geçti. Önce annem öldü. Sonra babam yeni keşfettiği bir karışımı denemek için içti ve fenalaştı. Ne yaptılarsa fayda etmedi. Artık öleceğini anlayan babam bana her şeyi, başından geçenleri, Bizans’ı, deniz kızını ve onun lânetini anlattı.

Artık yapayalnız kalmıştım. Ben ve güvercinlerim. Sonra tüccar amcam bana sahip çıktı, yanından ayırmadı. Birkaç sene sonra “Beraber uzun bir seyahate çıkıyoruz.” dedi. Güvercinlerim ve ben amcamla birlikte yola çıktık.

Endülüs’te gemiden indik. Orada bir ev tuttuk, yerleştik. Amcamın işleri uzun sürecekti. İki yıl kaldık Endülüs’te. Bir sürü arkadaşım oldu. Aralarında benim yaşımda bir Yahudi oğlan vardı. O da benim gibi kitapları çok severmiş. Babasının el yazması kitaplarını getirirdi. Onları bana vaaz verir gibi yüksek sesle okurdu. Çoğu dinî kitaplardı. Yarım yamalak anlardım, o bana açıklar ve büyüyünce haham olacağım derdi. Bu arada güvercinlerimin üç tane yumurtası oldu. Yola çıkma günümüz geldiğinde Yahudi arkadaşım limana beni uğurlamaya geldi. Ona yumurtalardan birini verirken, “ Al bunu, iyi koru. Zamanı gelince çatlayıp içinden çıkan güvercine iyi bak ve beni hatırla.” dedim. Yumurtayı aldı, mendiline sararak gömleğinin içine, göğsüne soktu ve “Canım bedenimde oldukça  o  da benimle olacak, çocuklarım ve torunlarım da o güvercinin yavrularını büyütecek.” dedi.

Yol boyunca güvercinlerim çoğaldı. Bizans’a geldiğimizde babamın anısına ikisini bir meydanda bıraktım.  Yeni Cami’nin önündeki güvercinler işte onların torunları. O zamanlar cami filan yoktu henüz. İstanbul çok değişmiş geçen zamanda. Ben hiç değişmedim, aradığım şeyler de değişmedi kafamda. Hâlâ onların peşindeyim.

Sonra Venedik’e gittik. Uzun zaman amcamın ticari işlerinde ona yardımcı oldum. Her milletten insan tanıdım, çok gezdim, çok okudum. Hep Bizans’ı düşündüm, babamı, deniz kızını, incilerin lânetini düşündüm. Burada babamın çektiklerini, önce saygın bir hekim olduğunu, sonra gözden düşüp nasıl sefil olduğunu aklımdan çıkarmadım. Bu şehir bir vakit göklerde gezdirdiğini bir bakarsın çamura bular. Bir vakit şan şeref bahşettiğini yeri gelir yerin yedi kat dibine iter. Yine de Bizans beni hep kendine çekti, nefret ve aşk karışımı bir şeydi bu, Bizans’ın kendisi gibi. Bu güne kadar hep uzaktan takip ettim İstanbul’u. Onunla ilgili bir sürü şey öğrendim. Artık zamanı geldi.”

Neyin zamanı gelmişti? Kız bunu sormadı, üstünde de durmadı, zaten hemen unuttu. Kız onu dinlerken, sanki film seyreder gibi anlattıklarını gözünde canlandırır, etrafını görmezdi.

“Amcam bir gece yolda yürürken sokakta kavga eden gondolcuların arasında kalmış, bıçaklanarak ölmüş. Haberi aldığımda ben yine İstanbul’u ve onun hakkında öğrendiklerimi düşünüyordum. Neyse, işleri ne zamandır ters gidiyordu. Evde biraz nakit vardı ama kısa sürede biteceği belliydi. Mal sattığımız zenginlerden birinden iş istedim.  “Ne iş yapabilirsin?” dedi sırıtarak. “Muhasebe işlerinize bakarım, evinizin düzenini sağlamak için hizmetkarlarınızın başında dururum, bahçıvanlıktan marangozluğa ne iş olsa yaparım. Biricik kızınıza masallar anlatır, arkadaşlık edebilirim.” deyince aklına yattı. Beni çok bilgili bulurdu herkes, haksız da değillerdi. Saray gibi eve yerleştim, kız nereye ben oraya peşinde gezerken onu güldürdüm, eğlendirdim, düşündürdüm. İşimi iyi yaptım kısaca. O evi ve oradaki yaşamı sana anlatmıştım hani geçen gün. Ben de onlarla beraber o ihtişamı yaşadım tabii. Sevdiğim dostlarım oldu.”

Son cümleyi söylerken gözleri dolmuştu cücenin. Kız sebebini sormamıştı.

“Eh canım her şeyin bir sonu var işte. Ben de sıkıldım sonunda o kızdan, o şaşaadan, hikâye uydurmaktan. Venedik’ten de sıkıldım.”

Kız düşündü, oradan ayrılma sebebi sadece sıkılmasıymış. Bu kadar mı? Sormadı.

“Şimdi buradayım, hep istediğim yerde. Bütün zamanlarda en çok istediğim yerdi burası.”

Ne demekti “bütün zamanlar”? Kız bunu da sormadı.

Kız, Venedik’i düşünerek hayallere daldı yine. Uyudu. Rüyasında deniz kızını gördü. Ona bir şeyler anlatıyordu. Kız Kulesi’nin önünde denize girmişlerdi ikisi. Deniz kızı suya daldı, çıktığında elinde üç inci tanesi vardı, kıyıya bıraktı onları. İnci taneleri üç güvercin yumurtası oldu birden. Sonra bir kartal belirdi gökyüzünde, hızla üzerlerine doğru uçtu ve gelip yumurtaları delik deşik etti. Tekrar havalandığında kanatları İstanbul semalarını kaplamıştı. Sonra uzaklaşıp gitti gökyüzünde. Deniz kızı telaşla anlatmaya devam ediyordu. Kız ne dediğini anlayamıyordu. Deniz kızı sadece ağzını açıp kapıyordu.

*******

Bir kaç gün sonra, yine Üsküdar sahilinde bir akşam üstü.

Çiçekçi Nazmiye sepeti kıza verdi, “Başım çatlıyor ağrıdan. Eve gidip yatayım biraz. Sen akşama abinle gelirsin.” dedi. Kız, gözü çay ocağında, başını salladı. “Bana bak, şu Cüce ile fazla lafa dalma, çiçeklerin hepsi bitecek ona göre. Hem abinin de tepesini attırma daha fazla.”

Kız gülleri koklarken incileri düşünüyordu. Kız Kulesi’ne bakarken elindeki çay tepsisini sallayarak Cüce geldi yanına.

“Merhaba güzel kız. Çay getirdim, içelim mi? Poğaça da var.” Yanına oturmuştu bile. Kız sesini çıkarmadı, gülümsedi sadece.

“İşte böyle…” dedi Cüce, uzun konuşmasının ardından. “Sana esas sırrımı açıkladım sonunda. Şimdi söyleyeceklerimi yaparsan İstanbul’un prensesi olacaksın.” Kızı şöyle bir yukarıdan aşağıya süzdü. Sonra, “Ben de kralı” dedi içinden. Kız yine hayallere daldı.

“O Endülüs’teki arkadaşım vardı ya. Haham olmak isteyen hani. Oldu da zaten. Hatta torunlarından biri Mesih bile oldu. Sonradan onunla da çok görüştüm, akıl verdim ona da. Alamut Kalesi’nde kaldım bir zaman. Malta Şövalyeleri’yle sıkı dost oldum. Cadı avcılarıyla iz sürdüm. Rasputin’le sarayın kuytularında buluştum. Vahabilerden Kadızadelilere, casus  Lawrens’ten Theodor Herzl’e, okült cemiyetlerden bazı tarikatlara ve Bilderbergcilere ve adını sayamadığım daha nicelerine kadar, hepsiyle irtibattaydım. Ve halen de öyleyim.”

Kız bir şey anlamadan ağzı açık dinler görünüyor, deniz kızını ve incileri düşünüyordu. “İşte benim güvercin ve onun torunları de şu Endülüs’teki arkadaşımın ailesinde, onlara benden yadigâr kaldı. Göğüslerinde büyüttüler güvercinlerimi çok zaman. Şimdi o arkadaşımın torunlarının torunları ve onların da yandaşları burada, İstanbul’dalar. Sinelerinde sakladıkları güvercinleri uçurmak için benden haber bekliyor hepsi. Sana söylediğim yerlere git, ama kimseye sezdirmeden ha! Oralardaki emanetleri topla bana getir. Onlar olmadan tılsım tutmaz, güvercinler de uçamaz. Bu işi senin gibi tertemiz bir genç kızın yapması gerekiyor. Yoksa yorar mıydım seni hiç!?”

*****

Yer: Topkapı Sarayı bahçesi.

“Bilmiyoruz. Yandı mı, kaçtı mı, boğuldu mu, karabatak gibi bir yerlerden çıktı mı belli değil. Bizimki dâhil bütün istihbarat örgütleri bu işin peşinde. Bu örgütler mi onu kullanıyor, yoksa o mu onları, bu da büyük bir soru işareti. Bildiklerimiz kızın abisinin dinleme cihazından öğrendiklerimizden ibaret. Bir de kızın sayıklamaları var. “Güvercinler…” diyor, “Hangi güvercinler?” diyoruz, “İncilerin yumurtasındaki…” diyor. “Yunanlının laneti…” diyor. “Deniz kızı, Kız Kulesi…” diyor. “Mesih…” diyor, “Ahit Sandığı…” diyor. Bunları biliyoruz zaten. Yalnız Bir gün abisini karşısında görünce “Kartal” dedi, “Kartal yumurtaları parçaladı.” dedi. “İstanbul kartalın kanatlarının altında.” diye bağırdı. Bunu anlayamadık. Biz soruyoruz o bildiğimiz hikayeden parça parça kelimeler sayıklıyor. Bir de sürekli “Türbeler…” diyor. “Türbedeki Küçük efendi, her şeyi o bilir.” diyor. Bunu anlayamadık.”

Ünlü tarihçi gevrek gevrek güldü. “Küçük Hüseyin efendi o.” dedi. Öldürülen iş adamı vardı ya, onun babasının mürşidi imiş. Yahut yakın dostu diyelim. Bu işler zahirde görünenden farklıdır çok zaman derler. Kimin ne olduğu bilinmezmiş. Küçük Hüseyin Efendi tehlikeyi, mâlum cemaatin bir üyesi olması sebebiyle, uyarı mahiyetinde o iş adamının babasına anlatmış olabilir. Anlaşılan o ki o da oğluna aktarmış. O da diğerleri gibi bildiklerinin ve reddettiklerinin kurbanı oldu.

Başka bir dine mensup olmak ille de hain olmayı gerektirmez ki.

Ama yine anlaşılan o ki, olay onun çok öncesinden başlıyor, en azından biz Bizans’tan beri bir şeyler döndüğünü görüyoruz. Küçük Hüseyin Efendi ve diğer zatlar bunun farkındaydılar. Ve belki onun da çok öncesinde, o zamanların  azizleri de! Hepsi bunlarla mücadele ediyormuş. İstanbul’u iblisin hizmetkârlarına kaptırmama mücadelesi bu! Ve en başından itibaren bir sonraki kuşağa bu mücadele gayretini aktarmışlar. Anlaşılan o ki, bunların devamı bir derviş takımı bu gün de mevcut. Bu mantıklı. Ama kızın ağabeyi, yani bizim cüce, türbelerde yatan hazretlerin de işin içinde olduğuna, dervişlere, hatta kolluk kuvvetlerine bir şekilde yardımcı olduklarına ve hep beraber İstanbul’u koruduklarına inanıyor. İşin bu kısmı beni aşıyor tabii.”

“O zaman, nesilden nesile aktarılan bir Hak mücadelesi söz konusu ise, bu gün de onların devamı yaşayan kişiler mi mevcut? Türbelerde yatanların dışında demek istiyorum! ” diye sordu başhekim, biraz alaylı biraz şaşkın ses tonuyla. İçi neye inanacağını bilmez bir karmaşada bocalıyordu.

Ünlü tarihçi tebessüm ederek başını salladı. Sonra yine kahkaha atarak, “Buna ne diyeyim bilemedim. Muhtemelen öyle ve galiba elhamdülillah diyeceğim ve bunu bizimkilere bile söylememe taraftarıyım. Hoş, belki Hüseyin’in inandığı gibi beraber çalışıyor da olabilirler.” Arkadaşı şöyle bir baktı, bir şey demedi. İçinden bir “eyvallah” çekti elinde olmadan.

Az ileride bir gurup genç bir ağacın altında durmuş, hep bir ağızdan, hafif sesle, son günlerde bir televizyon dizisi sayesinde gündemde olan eski bir deyişi söylüyorlardı.

….

Zahit bizi tan eyleme

Hak ismin okur dilimiz hey canım hey

Sakın efsane söyleme

Hazrete varır yolumuz, Eyvallah

….

 

*******

Cüce Hüseyin, O lânet Cüce’nin sadece kız kardeşinin peşinde olmadığını, başka işler de karıştırdığını çiçek sepetine yerleştirdiği kayıt cihazını dinleyince anlamıştı. Herifçioğlunun anlattıklarından pek bir şey anlamasa da, “Şimdi söyleyeceklerimi yaparsan İstanbul’un prensesi olacaksın.”  sözlerini duyunca, “Mafya mı acaba bu it?” diye işkillendi. Sonra  düşman casusu olabileceği geldi aklına. Tüyleri diken diken oldu. Kardeşi nerelere gidecek, hangi emanetleri toplayacaktı? Hem meraktan, hem kardeşini  ve hem de vatanını korumak adına şimdilik bir şey belli etmeden kız kardeşini takip etmeye karar verdi. İlk gün kız evden çıktı, Beykoz’a, Yuşa Tepesi’ne gitti. Uzaktan takip ettiğinden orada ne yaptığını göremedi. Kız Sarıyer’de, Telli Baba’ya oradan Beşiktaş’ta Yahya Efendi’ye uğradı. Sonra Üsküdar’a döndü, Aziz Mahmut Hüdai Hazretlerine gitti. O gece, yine çiçek sepetindeki kayıt cihazından öğrendiğine göre, akşam üzeri sahilde buluştuklarında Cüce, kızdan emanetleri almış ve “Aferin güzel kız!” demişti, “Bu daha işin başı. Boğaz’ın bekçilerinden getirdiklerini çay ocağında saklayacağım. Fakat yedi gün içinde söylediğim bütün türbelere uğraman ve oralardan da emanetleri toplaman gerekiyor. Altı gün Cüce Hüseyin kız kardeşinin peşinden türbe türbe dolaştı. Yedinci gün de birkaç türbeye ve en sonunda Eyüp Sultan’a gittiler peş peşe.  

Bu arada türbe gezintilerinin ikinci gününün akşamı, Cüce Hüseyin kahvede otururken içeri mahalleden bir çocuğun peşine takılmış bir yabancı girmişti. Çocuk adama Hüseyin’i gösterdi. Yabancı oturduğu masaya gelerek, “Destur var mı arkadaşım?” diye sordu.

Hüseyin, endişelense de belli etmemeye çalıştı, “Hayırdır?” dedi kısaca. “Hayır, Allah’ın izniyle.” Genç adam, cevap beklemeden oturdu. Uzun boylu, yapılı, ancak cüssesinin haşmetini zayıflara ve masumlara değil, haksız ve acımasızlara gösterdiği Cüce Hüseyin’in göz hizasına eğilişinden belliydi. Bunu Hüseyin hissetti.

“Fakirin ismi Hasan. Lafa doğrudan gireyim, meselemiz aynı. Biz şu çaycının neler çevirdiğini, neyin peşinde olduğunu biliyoruz. Kız kardeşini bu işlere âlet etmeye yeltendiğini de. Senin de onu korumaya çalıştığını ve ne olduğunu tam anlamasan da bu şehir, hatta ülkenin tehlikede olduğunu fark ettiğini de.” Cüce Hüseyin şaşırmıştı, lâkin ötekinin dosdoğru bakan gözlerine güvenmemesi mümkün değildi. Onun dazlak kafasına, boynundaki muskaya, meşin bilekliğine, sağ yumruğunun üzerindeki kartal döğmesine de güvendiğini sezdi. Odasındaki duvardan ona bakan pehlivan dedesine güvendiği gibi…

Pehlivan dedesine benzettiği genç adam ona, “Merak etme, onun aradığı şeyleri biz koruyoruz evelallah. Ama tedbir ve uyanıklık sünnettir. Bizimle birlik olur musun?” Cüce Hüseyin, “Siz kimsiniz ki?” diye sorunca, “Allah’ın kuluyuz, bu vatanın evlâdıyız.” dedi genç adam. “Ama delisiyiz de onların. Şimdilik bu kadarını bil yeter. Var mısın kardeşim?” Hüseyin, arkadaştan kardeşe evrilmenin gururuyla, kendi yumruğunun üzerinde kartal döğmesini hak etmeyi hayal ediyordu.

….

Taşramızdan sormak ile

Kimse bilmez ahvalimiz

Hey canım

Gören bizi sanır deli

Usludan yeğdir delimiz Hey dost

….

*****

Yedinci gün, Eyüp Sultan türbesinden son emaneti alan kız ve peşinden gizlice onu takip eden Cüce Hüseyin hızlıca Üsküdar’a döndüler. Sahildeki anasının yanına nefes nefese gelen kız onun, “Nerede kaldın, sıcaktan bunaldım. Eve gideyim, kalan demetleri sen satarsın artık.” Sözlerine içinden çok sevindi. Bir banka oturdu. Artık işi bitmişti, hayallere daldı yine.

Cüce, uzaktan Çiçekçi Nazmiye’nin gidişini izledi. Biraz bekleyip iki çayla beraber kızın yanına ilişti. “Çantada mı?” dedi gözleri parlayarak. Kız başını salladı. “Geceyi bekleyelim, sonra hepsini bir araya getiririz.” dedi çay ocağını işaret ederek.

Cüce Hüseyin uzaktan onları gözlüyordu. “Sabırlı ol!” dedi içindeki ses, “Zamansız işe girişme.”

Sahilde insanlar gittikçe azaldı. Arabalar tek tük geçmeye başladı.

Gökyüzünde ay bulutların arasına saklanır gibi yapıp tekrar çıktı. Tekrar gizlendi. Cüce, kıza el sallayarak çay ocağına çağırdı. Kız, çantasını alarak ona doğru yürüdü. Ay gizlendiği yerden çıktı. Denizkızı birden denizin ortasında belirdi, kızın gözleri ona takıldı. Deniz kızı ağzını açıp kapıyordu. Cüce, kızın kolundaki çantayı çekiştiriyordu. Hüseyin karşı kaldırımdan uçarak yanlarına geldi. Kız çantayı bıraktı. Sadece rüyalarında yüzebildiğini unutup kendini sulara attı. Deniz kızı ona bir şey söylüyordu. Hüseyin, Cüce’nin elindeki çantayı çekip aldı. Cüce çay ocağına girip çekmeceden koca bir bıçak çıkardı. Üzerine atlayan Hüseyin’le boğuşmaya başladılar. O sırada Derviş Hasan ve arkadaşları birden ortaya çıktılar. Derviş Hasan, yanındakilerden birine, “Nezih sen kızı kurtar.” derken Cüce, elindeki bıçağı Hüseyin’e sapladı. Akıntı kızı sahilden gittikçe uzaklaştırdı. Nezih denize atlayıp kıza doğru yüzdü. Hüseyin aldığı bıçak darbesine aldırmadan can havliyle, çantayı ve önceki emanetleri kapıp çay ocağından çıkmaya çalışan Cüce’nin üzerine atladı. Tekrar boğuşmaya başladılar. Hüseyin Cüce’nin elinden emanetleri koparıp aldı ve yere fırlattı ve oracıkta bulduğu çakmak gazını üzerlerine döktü. Derviş Hasan Cüce Hüseyin’i kolundan tutup dışarı çekmeye çalışıyordu. Başka bir derviş emanetleri tutuşturdu. Çay ocağının olduğu küçük kulübe alevler içinde kalırken hepsi kendilerini son anda dışarı attılar. Derviş Nezih, kızı çekerek Kız Kulesi’nin rıhtımına çıkardı. Derviş Hasan, “Hüseyin çok kan kaybediyor, çabuk hastaneye!” derken Cüce’yi bir an unuttular. Kulübe çatırdayarak yıkıldı. Yandı kül oldu.

….

Sayılmayız parmak ile

Tükenmeyiz kırmak ile

Hey dost

….

 

******

Yer: Üsküdar Numune Hastanesi.

“Kulübenin içinde mi kaldı denize mi atladı, yandı mı, boğuldu mu, kurtuldu mu bilmiyoruz. Neyse ki sen iyisin artık, çok büyük iş başardın, kardeşim.” dedi, hastaneden onu almaya gelen Derviş Hasan Cüce Hüseyin’e. “Kız kardeşim nasıl oldu?” “Sayıklamaları devam ediyor. Ama geçecek  diyor doktorlar. Yarın götürürüm seni ziyaretine. Gitmeden sana şunu söyleyeyim kardeş, bu işler sonsuza kadar sürer gider. Bunu hiç unutma. İyilik ve kötülük hep oldu ve olacak. Bize düşen iyiliğin yanında olup, Hak için savaşmak, gerisini Allah’a bırakmak.”

….

Cümle alemlere rahmet

Hay hay

Saçar şu yoksul elimiz

Hey canım hey

….

*******

Cüce Hüseyin iyileştikten sonra, mahalledeki dostları ve onların başka semtlerdeki arkadaşlarıyla küçük bir ekip organize etti.  O da kız kardeşi gibi türbelerdeki zatların da her şeyi bildiklerini düşünüyordu. Onlarla iş birliği içinde olduklarına da bütün kalbiyle inanıyordu. Onlarla ve sağ yumruğunun üzerinde kartal dövmesi olanlarla. Sabah kalkınca önce bütün türbelere bir Fatiha gönderiyor, sonra işine koyuluyordu. Artık haftanın iki gecesi Fetih suresini okuyarak evinden çıkıyor, ekibiyle buluşup şehrin dört bir yanına dağılıyor, kartal dövmelilerin tespit ettiği tarihi mekanların civarında onlarla birlikte nöbet tutuyorlardı.

Sonra Cüce Hüseyin’e sağ yumruğunun üzerinde kartal dövmesi taşımayı hak ettiği haberi geldi. Ve Derviş Hasan’la birlikte gittiler, önce saçları kazındı, küçük bir merasimle sağ yumruğunun üzerine kartal dövmesi yapıldı, kulağı delinerek küpe takıldı, Eyüp Sultan’dan başlayarak bütün türbeler ziyaret edildi. Cüce Hüseyin, Küçük Hüseyin Efendi’nin kabrinde kendinden geçti. Gözünü açtığında Derviş Hasan kulağına eğildi, “Huzura kabul edildin Hüseyin Efendi kardeşim…” dedi. “Huzurdasın!”

….

Erenlerin çoktur yolu

Cümlesine dedik beli

Eyvallah hu huu

….

 

*******

Yer: Üsküdar, Selamsız’da Çiçekçi Nazmiye’nin evinin önü.

Çiçekçi Nazmiye, şoför Musa’ya elindeki parayı uzatarak, “Hadi Hüseyin’e yardım ediver de şu sandığı eve taşıyın be çocuğum.” dedi. Musa, “Emrin olur, Nazmiye abla.” diyerek sandığa uzandı, kamyonetin arkasından bir hışım yere atlayan Cüce Hüseyin’le beraber  küçük sandığı eve taşıdılar.

Tam o anda karşı evin penceresinde beliren Meraklı Melahat, “Kız Nazmiye, geldiniz mi?” diye seslendi. Çiçekçi Nazmiye, “Geldik işte, görmüyor musun?” derken sesine hoş görülü bir ifade vermeye çalıştı. Melahat, annesinin elinden tutup kamyonetten inen Kızı görünce sevinç çığlıkları attı, “Ah canım benim, mahallene hoş geldin, güzel Hülya’m.” derken birden, “Mahallenin nazlısı gelmiş komşulaaar.” diye avaz avaz bağırmaya başladı. Kız onun gırtlak paralayan haykırışına aldırmadan sakin bir sesle “Hoş bulduk, Melahat teyze.” dedi.

Nazmiye Melâhat’a döndü, “Çok yoruldum komşum, Bakırköy’den kızı aldık çok şükür. Musa’ya dedim, oğlum yol üzerindeki hazretlere uğraya uğraya gidelim. En son Telli Baba’ya gittik, tel aldık.” Sesini alçaltarak, “Bu kız hastanede, ‘Nezih, Nezih, Nezih gelecek. Nahide’nin Sandığı!’ diyerek sayıklıyordu ya! Dedim, Hülya’m artık evlenmek istiyor, belki de Nezih diye birine sevdalı. Telli Baba’dan teli onun için aldım. Tabii çeyizlerini koyacak sandık da istiyor garibim, ‘Nahide’nin Sandığı’ diyerek bunu bana dokunduruyor aklınca. Bi’ de sandık aldık geldik.” derken içeri giriyordu bir yandan. Bu arada Meraklı Melahat, mahalleliye son haberleri henüz taze iken yetiştirme telâşıyla kendini kapıdan dışarı atıyordu.

******

Cüce Hüseyin o akşam telefonda Derviş Hasan’a, “Kardeşim, ana yüreği ana kulağına Mesih’i Nezih, Ahit Sandığını Nahide’nin Sandığı diye duyurmuş.” diyordu gülümseyerek. “Canım anam, garip anam, neye inansa içinin güzelliğini katan anam!”

Derviş Hasan, “Hay gözünü seveyim Nazmiye Teyzem!” dedi. “Ama anaların yüreğine de, o yüreklerden doğan vatan evlatlarına da güvenmek lazım, Hüseyin Efendi kardeşim. Hülya’nın o sayıkladıklarının hakikati bizde Elhamdülillah. Eh, isimlerini bu millet azıcık değiştiriverir arada. Olur o kadar.” derken ikisi de kahkahalarla gülüyorlardı.

 

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.