Adam Olacak Çocuk

Bir Kuantum Rüyası

İlkokuldaymışım. Fen Bilgisi dersindeyiz. İçimde bir sıkıntı var. Öğretmen bana bir soru soruyor, bilemiyorum. Sonra arka arkaya başka sorular soruyor, hiçbirini bilemiyorum. Yanımda da adını bilmediğim bir kız oturuyor.

Zilin çalması ile içimdeki sıkıntı dağılıyor. Kız da gülerek benimle dışarı çıkıyor. Bir çocuk geliyor yanımıza, şöyle diyor: “Hadi gelin, bizim mahalleye gidelim.”

Ben, ne diyor bu diye bakarken yanımdaki kız, “Hadi gidelim!” diyor. “Kim bu?” diyorum. “Nasrettin’i tanımıyor musun?” “Hayır. Seni de tanımıyorum. Benim eve gitmem lazım, annem kızar.”

“Benim adım Latife,” diyor kız, “Nasrettin’in ikiziyim.” Derken kendimi bir yokuşta onlarla yürürken buluyorum, “Nereye gidiyoruz?” Kız gizemli bir ifadeyle cevap veriyor: “Bizim mahalleye…”  Nasrettin konuşmuyor. Önümüzde, yüzü bize dönük, alaylı alaylı gülerek yürüyor. “Neden böyle yürüyorsun?” diyorum. “Ne çok soru soruyorsun, meraklı!” diyor. O sırada yolumuza bir grup küçük çocuk çıkıyor. Hepsinin elinde birer düdük var. Her biri, birer İsrafil edasıyla bize doğru düdüklerini öttürmeye başlıyorlar. Kulaklarımı ellerimle örtmek zorunda kalıyorum. Nasrettin, “Hepinize düdük verende kabahat!” diye bağırıp onları kovalamaya başlıyor. Cebimden bir avuç şeker çıkarıp havaya atıyorum, hepsi düdük çalmayı bırakıp yerden şekerleri topluyorlar. Nasrettin onlara bakıyor, omuzunu silkip önümüzde ters ters yürümeye devam ediyor.

“Nereye?” diyorum tekrar. “Cern’e gidiyoruz, meraklı!” diyor Nasrettin. Cern, onların mahallesinden gidilen tepedeki bir mağaranın içindeymiş.

Sonunda mağarayı görüyoruz.

Derken önümüze bir kedi çıkıyor. Kedi hem tok hem de açmış. Sonra kedicik miyavlayarak mağaraya giriyor. Biz de peşinden giriyoruz. İçeride beyaz önlük giyinmiş bir sürü adam ve kadın toplanmış, üzümlü kek yapıyorlar. Şimdiye kadar kekler bir türlü istedikleri gibi olmamış. Hepsinin yüzü asık. Birden kediyi görüyorlar, “Hah işte aradığımız kedi! Haydi, şu unuttuğumuz deneyimize başlayalım.” diyorlar, “Kimin kedisiydi bu!”

Kedi bir görünüyor bir kayboluyor. Ortada birbirlerine çarpa çarpa semazenler dönüyor. Karşıda kocaman bir ekran var. Ekrandan uçsuz bucaksız uzay görünüyor. Semazenler aynı anda ekrandaki uzay boşluğunda da dönüyorlar. Ama orada çarpışmıyorlar. Yanımdaki kız duvardaki raftan bir kek kalıbı alıyor. Çok korkuyorum bizi görecekler diye. Nasrettin kek kalıbına, zorlukla açtığı bir kasadan avuç avuç saman doldururken bizi görüyorlar. Kedi görünüp kaybolmaya devam ediyor. Kaybolduğunda ekranda görünüyor, göründüğünde ekranda kayboluyor. Göründüğü anlardan birinde “Kaçın, ben onları oyalarım.” diyor. Yine kayboluyor. Biz Kaçıyoruz. Semazenler de bizimle beraber kaçıyorlar.

Epey koştuktan Sonra tekrar Nasrettinlerin mahallesine geliyoruz. Nasrettin samanları döküyor ve onların içinden eliyle koymuş gibi bulup çıkardığı şeyi gösterip, “Bu kabartma tozunu arıyorlardı. Bak, biz bulduk.” diyor. “Onlar üzümlü kek yapıyorlardı.” diyorum. “Evet, ama onu kasanın içinde bulamazlardı ki, biz dışarıda bulduk. Hiç bir zaman yapamayacaklar o keki.” diyor. Sonra o acayip kabartma tozunu toprağa döküyor suyla karıştırıp bir kıvama getirdiği çamuru kek kalıbının içine döküyor. Çamurdan kek olur mu diye düşünürken semazenler kek kalıbının etrafında dönmeye başlıyorlar. Onları seyrederken başım dönüyor, düşüyorum. Sonra başımı kaldırıp “Kek pişti mi?” diyorum. Ne pişmiş ne pişmemiş. “Hem pişti hem pişmedi.” diyorlar.

Nasrettin, ben ve Latife semazenlere katılıp dönmeye başlıyoruz. Kek kalıbına bakıyorum, o da bir görünüp bir kayboluyor. Birden aklına gelmiş gibi Nasrettin, “Ben Cern’de görevlendirildim, kedinin akıbeti benim elimde.” diyerek tepeye doğru geri geri koşmaya başlıyor. Ben, “Gitme, ya kediyle beraber ölürsen…” diye sesleniyorum arkasından. Nasrettin de, “Ya ölmezsem…” diye söylenirken tepeye vardı, mağaradan içeri girip gözden kayboldu bile.

Biz oturmuş beklerken, annem elindeki sopayı sallayarak Nasrettinlerin mahallesine beni aramaya geliyor.

Hem çok uzun hem de göz açıp kapayana kadar geçen bir zamandan sonra Cern mağarasından kedi dışarı çıkıyor, koşarak gelip annemin önünde duruyor. Bakıyorum, kedinin titreyen bıyıklarında, ağzının kenarlarında yoğurt bulaşıkları var. Beyaz bıyıklarıyla ihtiyar bir adama benzetiyorum onu. Evet, bir bakıyorum, Nasrettin’in 50 sene sonraki hali; bir bakıyorum, yoğurt yemiş kedi! Kedi anneme bakıyor ve birden dile gelip “Tuttu.” diyor.

Semazenler daha hızlı dönmeye başlıyorlar. Kedi de onlara katılıyor. Öyle hızlı dönüyorlar ki bir görünüp bir kayboluyorlar. Yerde kaybolduklarında gökyüzünde görünüyorlar.

O da ne? Mağaranın tepesinde göndere Türk bayrağı çekiliyor. Nasrettin tepeden fırıldak gibi dönerek iniyor.  Meğer deneyi başardıktan ve kediyi kurtardıktan sonra kek karıştırma kabının içine düşmüş. Ve tabii mikserin etkisine kapılmış! Kaptan zor bela, döne döne çıkmış. Kaçarken ve yanımıza geldiğinde de mikserin etkisi ile dönmeye devam ediyor. Annem çok kızgın, elindeki sopayla Nasrettin’i bekliyor.

Cern’deki görevini başarıyla tamamladığı ve bayrağımızı dalgalandırdığı için annemin elindeki sopa Nasrettin’e vurmayı reddedip ağaç oluyor. Nasrettin de döne döne ağaca tırmanıyor. Sonra ağaç da dönmeye başlıyor. Nasrettin oturduğu dala sımsıkı tutunuyor. Şimdi hepimiz dönüyoruz. Ve biz de bir görünüp bir kayboluyoruz.

Çaresiz, boyun eğerek, yakınmadan, sızlanmadan her şey bir görünüyor, bir kayboluyor.

Başka şeylerin içimizde bıraktığı seslere kulak veriyoruz. Yoksa zaten hepsi de kendi sesimizin sedası mıdır? Bilemiyoruz…

Hep bir ağızdan, boşlukta gidip gelen sesimizle yavaşça mırıldanıyoruz:

“Ne içindeyim zamanın,

Ne de büsbütün dışında;

Yekpare, geniş bir anın

Parçalanmaz akışında.

 

Bir garip rüya rengiyle

Uyuşmuş gibi her şekil,

Rüzgarda uçan tüy bile

Benim kadar hafif değil.

 

Başım sükutu öğüten

Uçsuz bucaksız değirmen;

İçim muradına ermiş

Abasız, postsuz bir derviş.

 

Kökü bende bir sarmaşık

Olmuş dünya sezmekteyim,

Mavi, masmavi bir ışık

Ortasında yüzmekteyim.

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.