Köşe başından döndüm sokağa. Paltomun cepleri sökük, pantolonumun paçaları yırtık. Ellerimde parmakları olmayan bir çift eldiven ve saçlarımı bağlamayı başaramamış lastik tokam ile gecenin karanlığını yarıp geçiyoruz. Evime bir an önce varmazsam fırtına, önüne katacak beni. Korkmuyorum esen rüzgârın şiddetinden. Sille tokat girişse de henüz meydan okuyacak deliliği kaybetmedim. İşin garibi, yollar uzuyor ve evler ufalıyor. Minicik evlerin dizildiği koskoca bir şeride dönüveriyor dünya.
Bir adam yaklaşıyor. Boyu kısa, kafası kel… Piposunu yakıyorum, çıkan duman oldukça romantik. Dünyayı sarıyor tahta pipodan çıkan puslu duman. Dünya öksürüyor, ay yaklaşıp kraterlerinden bir yol açıyor dünyamın dumanına. Kraterlerden geçip dünyadan uzaklaşsın diye duman… Ay geliyor, güneşten aldığı ışığı getirmek için kara dumanların tüttüğü kibir dünyasına. Ben pipomu yakıyorum, yollar uzuyor, evler küçülüyor ve ay gelip güneşin emri ile dumana çıkışı gösteriyor.
Yanımda bir adam beliriveriyor. Yakalıyor paltomun sökük cebinden, fırlatıveriyor dipsiz bir kuyuya. Kuyudan aşağı düşüyorum, yerin altına gizlenmiş bir mabette buluyorum kendimi. Buraya ilim yuvası diyenler var. Fısıltıları karışıyor, uğultuları geliyor kulağıma. Fakat o da ne, yerküre kuvvetlice çekiyor kendine bedenimi! Tedbirlerimin hiçbiri işe yaramıyor. Saç tokam çözülüyor, saçlarım yüzüme vuruyor. Son gördüğüm şey, çevresi dumandan duvarlar ile örülmüş koca havuz ve etrafına dizilmiş kara şezlongda yatan kel kafalı çirkin suratlı adam. Gözlerim kapalı olduğum yerde kaldığımı hissediyorum. Yoksa… Yoksa bu genç yaşta öldüm mü? Aman Tanrım! Hayır, daha yapacağım çok şey var. Naçiz bedenim, sevgili yüzüm, güzel yanaklarım, hassas kulaklarım, çimenleri kıskandıran biricik gözlerim… Yok, hayır ölmemeliyim. Dünyanın benim gibi özel bir insana çok ihtiyacı var. Daha evcilleştireceğim 6 kurt, seyisliğini yapacağım 10 at var.
“Bu havuzda yüzemezsin küçük hanım.”
“İzin aldığımı hatırlamıyorum.”
“Git başka bir yerde oyna burası çocuk parkı değil.”
Adam benimle konuşurken yattığı yer çamura dönüyor. Şezlonglar gözden kayboluyor. Beline kadar batıyor bir anda egodan bataklığına. O batıyor; ben su ile kavuşmaktan, yıkanıp paklanmaktan mahrum kalıyorum. Parmakları olmayan eldivenlerimi çıkarıyorum. Bir nefes alıp bağlıyorum birbirlerine. İpleri sökülüyor sonra ninelerin koca şişlerine ilmik oluyor. Koca nine bir çift kanat örüyor. Şefkatli bir el gelip iki omzum arasına takıveriyor. Uçuyorum ama fazla yükselmiyorum. Neden sonra beni aşağı çekiyor birileri. Suya foşurt diye düşmüyorum ama karaya ayak basıyorum. Bu defa ihtiyar bir adam ile karşılaşıyorum. Kaya gibi sesiyle konuşuyor:
“Buralarda gençten bir kadın gördünüz mü?”
“Kızını mı kaybettin?”
“Hayır, kızımı kaybetmedim.”
“Az önce biriyle karşılaştım ama gençten bir kadın değildi.”
“Nereye kayboldu ki?” diyerek etrafına bakınmaya devam ediyor.
Arkasından bağırarak koşuyorum:
“Beni de bekle ihtiyar.”
“Ay aman, sakın yaklaşma bana!”
“Cüzzamlı mıyım ben?”
“Yavaş ol küçük hanım, benim kim olduğumu biliyor musun sen?”
“Yolda anlatırsın.”
“Nereye gidiyorsun?”
“Bilmiyorum.”
“İnsan gideceği yeri bilmez mi?”
“Bilmiyorum ihtiyar, burası neresi onu bile bilmiyorum.”
“Ne cahilsin sen öyle. Önce iki kelimeyi bir araya getirmeyi öğren.”
“Senin de saçın yok. Ben sana, keltoş, diyor muyum? Ayrıca çok da güzel cümle kurarım.”
“Sen benim kelime kurban ol kız.”
Cevap vermeye hazırlanıyordum ki karşıdan bize yaklaşan bir grup insan belirdi. Gözleri fal taşı gibi açılmış insanların ellerinde etten konik bir çıkıntı vardı. Alkış hareketi yapıp ıslık çalıyorlardı. Onlar alkışladıkça sesler kademe kademe yükseliyor. Yanımdaki ihtiyarın yüzü tamamen yok oldu bu esnada. Ne yüzü ne gözü ne dudakları ne de yanakları vardı. Çığlığı şakşakçıların ellerindeki etten çıkıntıya çarpıyor ve yankılanıyordu;
“Sen çok yaşa hoca!”
“Sen biriciksin!”
“Bu küçük dağı sen yarattın hoca!”
“Beni bu makama sen getirdin!”
“Maaşıma zam yaptır hoca!”
Bir papaz giysisi beliriyor ihtiyarın sırtında. Bir haham oluyor, bir imam… Kim olduğunu şaşırıyor, diz çöküyor olduğu yere.
“Beni buradan çıkar lütfen!”
“Ama… Ama ben yol iz bilmem ki.”
“Ben sana tarif ederim yeter ki gidelim.”
—
Az evvel kendisine yaklaşmamı istemeyen ihtiyar, şakşakçılarından onu kurtarmamı istiyordu. Yolda öğrendim ki yıllar yıllar önce bir kıza tutulmuş bu huysuz herif. O hatuna tutulmadan evvel burnundan kıl aldırmayan bir hocaymış. Gerçi şimdiki hali de pek farklı değil. Kendinden ders almak isteyen mahallelinin kadınlarını, genç kızlarını kapısından kovar, bunu da bir başarı sayarmış. Akşam dostlarıyla içtiği kahveden kokular gelirmiş burnuna. Başlarda bu koku onu mest etmiş ancak zamanla bu çirkin kokunun enaniyetinden geldiğini anlamış. Burnunu kesmek istemiş becerememiş.
Tüm bunlara rağmen gecenin karanlığında elinde çantası ile iki dirhem bir çekirdek yürür; fakir fukara, garip gurabanın suratına da bakmazmış. Bir gün yatsı namazından sonra yolun köşesinden sökük kıyafetleri ile bir kadın dönüvermiş. Şöyle bir bakmış kelini ovuşturarak, tanıyacak gibi olmuş ama çıkaramamış pek. Koşmuş kızcağızın yanına. Fakat saat gece neredeyse 11… Bir bahane bulmak lazım diye düşünmüş adam. Çıkarmış hemen ceketinin cebindeki pipoyu. Daha hızlı koşmaya başlamış kızın yolunu kesercesine dikilmiş karşısında.
“Afedersiniz hanımefendi, buralarda kibrit satan bir yer var mı?”
“Maalesef esnaf erken kapatır buralarda. Bir sıkıntınız mı var?”
“Evet… Pipomu yakmam gerekiyor ama ne yazık ki kibritimi kaybetmişim.”
“Bir saniye cebimde olacaktı.”
“Ne güzel bir tesadüf bu.”
“Buyrun…”
“Siz yakın lütfen.”
—
İhtiyarın beline bağladığım halatı çekiştiriyorum. Böylece gelmesi gereken yeri anlıyor, zeki adam çabuk kavrıyor.
“Kapımdan kovduğum kızlardan biriymiş meğerse.”
“Ne diyorsun sen!”
“Evet, yeni atanmıştım…”
“Kızla bir daha karşılaşmadın mı?”
“Karşılaştık.”
“Neler oldu?”
“Çok kötülük ettim ona.”
“İnsan sevdiğine nasıl gaddar davranır ihtiyar?”
“İçimdeki zalim diz çökmüyor!”
“Az önceki şakşakçıları görünce…”
“Hepsinin canı cehenneme.”
“Peki ama ne yaptın ki?”
“Yine bir gece ilk karşılaştığımız köşe başında bekledim. Hoca olduğumu başta anlayamasa da sanırım ilerleyen günlerde anlamış. Seslendim; “Afedersiniz, bakar mısınız?” dedim. Cevap vermedi. Peşinden koştum, bir iki saniye verseydiniz bana küçük hanım, dedim. “Acelem var, vakit kaybedemem.” dedi. Hayırdır, dedim; “Çocuk parkına gidiyorum.” dedi”
“Peki ya sonra?”
“Mahallede dedikodu yaydım.”
“Ne dedikodusu?”
“Bir daha hiç karşılaşmadık köşe başında.”
“Ne dedikodusu ihtiyar?”
“Karşılaşmadık.”
“Ne dedikodusu?”
“Reddedilmeyi yediremedim kendime.”
“Oh olsun sana!”
“Kimse ayranına ekşi demez hatta dedirtmez küçük hanım.”
“Bana küçük hanım demeyi kesmezsen seni atarım yolun kenarına. Kalırsın kel kafanla, kör gözünle.”
“Aman diyeyim!”
“Dedikodu diyorduk?”
“Şurdan sola döneceksin… Evet, onu sevdiğimi kimselere anlatamadım zaten. Koskoca mahallede bana kızını vermeye hazır en az 15 hane varken hatamı suratıma vurması çok dokunmuştu.”
“Günah çıkarma ihtiyar.”
“Lojmana girip para çantamı çaldığını söyledim, mahallenin ileri gelenlerinden birine.”
“E eee!”
“Kendime bunun yapılmasına müsaade edemezdim, değil mi?”
“E eee!”
“E eesi şu, beni artık evime bırak küçük kız.”
“Hikâyenin devamı var gibi geldi.”
“Evet var…”
“Dinliyorum.”
“Usulsüzce bir sürü insana iş, makam verdim. Beş para etmeyen insanlara… Sonra döndüler geldiler başıma, daha çok istemeye başladılar.”
“İhtiyar! Kıza ne oldu?”
“Mahalleyi terk edeceği gece vurdum kapısına iki tık. Yüreğini açmadı ama kapısını açtı. Ben de haddimi aştım. Ellerini havaya kaldırdı, bir şeyler okudu fısır fısır. Gönlüm dışında her tarafım taş kesildi. O evden çıktı, ben içerde kaldım. Kimseler bulamadı tam 62 gün.”
“Yoksa sonra bir gün kendini burda mı buldun sen de?”
“Evet.”
“Peki, neresi burası ihtiyar?”
“Buraya Kendicik derler.”
“Hiç duymadım daha önce. Nasıl kurtulacağız peki?”
“Ben de bunu araştırıyorum, dur durak bilmeden.”
“Kendicik… Çok ilginç bir isim, bademcik gibi.”
“Kendicik ülkesinde kibrine mahkum olmuş herkes özgürdür.”
“İlk şart kibrine mahkum olmak, diyorsun?”
“Çıkış yolu?”
“Zalimde de mazlumda da Tanrı’yı görmek?”
“Sende Tanrı’yı mı göreyim yani?”
“İstersen…”
“Affetmem seni.”
“Nasıl reddedebilirsin; evim var, arabam var. Aklım almıyor?”
Yer sarsılmaya başladı. Yarılan kabuk içine çekti bizi. Karanlık etrafımızı kuşattı. Dünyanın çekirdeğinden bir parça koparıp gemi yaptın ikimize. Gözlerin açılmış, yüzün yerine gelmiş lavların teması ile… Tam yok olmaktan kurtuluyorken biz lafa giriyorsun;
“Nasıl reddedebilirsin; evim var, arabam var. Aklım almıyor?”
“Affetmem seni.”
“İstersen…”