Ramazanda, özenle hazırlanmış iftar sofrasında bir günün açlığını gidermeyi özler insan. Şükrün yaşama arzusu vadeden sonsuz hazzını özler. Bir günün açlığı ve susuzluğu, iftar saatini özler. Bir ayı tamamlayınca on bir ay, ramazanı özler. Ramazanın üzerimize saldığı o bereketi, sarıp sarmalayan tevhidi özler. Gönül doygunluğunu özler.
İnsan hep özler nedense…
İnsan sadece bir zamanlar yaşadıklarını mı özler? Veya kendi hayatının bir döneminde yer almış kişileri yahut uzaklardaki yakınlarını mı? Geçmişte kalmış bir anıyı, eski bir fotoğraftaki güzel manzarayı, annesinin kokusunu, eski mevsimleri, eski şarkıları, eski yemeklerdeki lezzeti, gençlik yıllarını, eski dostları, eski günleri, eski ramazanları… Velhasıl geçmişte kalan tüm güzel hâtıralarını…
Bazıları başkalarının yaşanmışlıklarını da özler. Başkalarından duyduğu geçmiş zamana dair anıları da özler. Benim gibi!
Bu akşam karşı kıyıya özlemle bakıyoruz. Ben hasreti çoğullaştırıyorum, seninle paylaşıyorum. Sen bu duyguların çok ötesindesin artık, biliyorum. Ama ben, senin anlattıklarına da hasret duyuyorum. Sana ait, sana dair olduğu için de berabermişçesine hissediyorum onları. Meselâ senin o “Sahur Vakti”ni özlüyorum. Seninle karşı sahile bakarken “Ciğerdelen”deki serhad boylarını özlüyorum. O konaktaki zamanları özlüyorum. Kahraman ecdâdımızın diğergamlığını, hatır sayan irfânını özlüyorum. Zühre kızın, Kuşçu Nine’ye evrilmesini özlüyorum. İşte, başkalarının anlattığı şeyleri de özlüyor insan. Nostalji diye geçmiş dilimize, geçmişte kalan güzelliklere olan özlem duygusu…
Tanımadığı birisinin anlattıklarını da özler insan. Tanımadığı, kırk yıllık tanış oluverir. Anlatılanlar ve anlatan, sizde yeniden vâr olur. Kendi muhayyilenizle onları yeniden canlandırırsınız. Ve anlatan hem siz olursunuz biraz hem de anlattıkları sizdendir artık.
İşte böyle bir hâli paylaşıyorum seninle Safiye Hanım. O diyarlarda, mekânlarda senin yarattığın kahramanlarla gezinip yoğrulurken biraz senin gibi oluyorum, seninle bakıp hissediyorum onları.
***
“O da benim gibi bu dünyadan değil.” diyordu. Sesi buruktu. Gözleri uzaklara değil, uzakların da ötesinde bir şey varmış gibi daha ötelere dalgın bakarken. “Bu dünyadan olmamak kolaylık mıdır? Kaçış ya da bezginlik? Yenilgi? Bu sefil-kirli yeryüzüne ait değilim ben, öyle masum ve temizim ki yeryüzünde çok iğreti duruyorum.” mu diyorsun? Yoksa farklı bir umut mu var bu cümlede, bu bakışta? Henüz görmediğin ama hayalinde gömülü bir zeminin, içinde uyandırdığı ferahlık mı yoksa? Suçluluk, korku, mücadele ve ızdırabın yok olduğu bir başka âlem? Neye göre yarattın o âlemi? Hangi eksikliğine, tamamlanma arzuna yahut hangi tamamlanmışlık tecrübene göre? Yoksa fâni olduğunu bilirsin de bu dünyadan gelip geçer olmanın ümidini mi taşırsın?
Sorular hızla zihnime üşüşüyordu. Soramadığım, cevabını da alamayacağım sorular… Bazıları, içerisindeki cevapların kesinliğinden olsa gerek, sorulara tahammül edemez. Kendindeki cevapların sorularını kendi hazırlar. Kırılmaya çok müsaittir böyleleri. Beklemek en iyisi…
Birkaç gün sonra kendi cevaplarına sorular üretmiş, yeni cevapları bana anlatıyor telefonda. Fâniliğin tesellîsinde geçirmiş yaralarını kendi kendine. Cevapları döne döne bulmak iyi gelmiş.
Fânilik, insanoğluna sonunu hatırlatan bir kavram. Tabiatın ve diğer canlıların, daha önemlisi diğer insanların ölümünü seyrede seyrede, düşünce boyutunda ölümle başa çıkmaya çalışırken onunla bir gün mutlaka yüzleşeceğimizi içten içe biliriz. Her şeyin gelip geçici olduğuna dair edindiği bilgi çerçevesinde, kendi üzerinde düşünen varlık olarak insanın belki de vardığı ilk ve son durak ölüm!
Özleyen, acıları da yüklenir.
Fanilik düşüncesinin rahatlattığı insanlarda acılardan kurtulma, mesuliyetlerin bitmesi ve kaybettiklerine kavuşma arzusu vardır belki. Ya da belki burada tamamlanmamış hesaplarının öldükten sonra görüleceğine inanır. Ve kaç kişi hatalarının cezasını yaşarken çekip öteye öyle gitmeyi göze alacak kadar cesurdur?
Çok çok güzel bir manzaranın içinde tabiatın ciğerleriyle nefes alıp vermek, kendini unutup her şeyin; ağaç, toprak, çiçek, akarsuyun içine sızmak mıdır? Ve kendine geldikten sonra yanındakine; “Ölüp gidince buraları, bu ânı özleyeceğim.” demek ne anlatır? Bazen de hemen oracıkta ölmek istersin; bütün acıların, özlemlerin, yorgunluğun bitecek, dünya istasyonunu bütün kavgaları ve güzellikleriyle geride bırakacaksın.
Bu arada ölürken dirilmeye mahkûm muydu tabiat? Solarken yeşermeye başka bir dalda veya tohumunu döktüğü toprakta? Toprak? Kururken ıslanmaya yetişiveren bir bulutla? Biz bunu da gördük, söyleriz mecburen… Bitimsiz devinimlere şahid olmuşuz bir kere!
***
İşte, yine seninle aynı sahilden karşı kıyıya bakarken nerelere sürüklenmişim. Şunu diyecektim aslında: İnsan, ölümü isterken bile sonsuzluğu özler. İnsan, varlığındaki sonsuzluğu özler.
İntihar bile bu dünyaya bırakılan sitem dolu bir mektup. Fânîlikle yaşamanın ümitsizliğindeki insanın, geride kalanların kalbinde ölümüyle ölümsüz olma özlemini taşıyan sitemli bir mektup.
Safiye Hanım, aynı sahilden karşı kıyıya bakıyoruz. “İnsanın özlemle beklediği kendinde saklıdır.” diyoruz. Bunu ikimiz de biliyoruz.
Peki, sen bekledin mi Safiye Hanım? Özlediğine bekleyerek mi kavuştun? Ya biz? İnsan özlediğine bekleyerek mi kavuşur Safiye Hanım?