Yağmur damlacıklarının dövdüğü çatının altında kurulmuş birçok sofra… Kiminde üç kiminde on çeşit yemek, kaynayan tencerelerden tüten sıcacık yemek kokuları… İşin ilginç yanı, kaç çeşit olursa olsun akşam ezanını bekliyor herkes. Evet, sadece kuru ekmek bile olsa iftar menüsünde… Zenginin de fakirin de açlıkla ve susuzlukla buluştuğu bereketli sofraların altıncısı kurulacak on bir mayısta. Neredeyse bir hafta oluyor, bu yılın birlik kodlarını çözmeye başladığımızdan beri.
Caddelerdeki, sokak aralarındaki kafeler tıklım tıklım dolu olurdu cuma günleri ama ramazanın başından bu yana insan kalabalığı da İstanbul’u terk etmiş. Gereksiz yükleri atışımızın, vücudu dinlendirişimizin kaldırım taşlarına bile yansıyor oluşu ürpertici. Elbette her açlık, hakikatin aralandığı bir yolculuk olmaz ancak bazı bünyeler midenin boş kalmasını, açlığını; aklını doyurmak için kullanır.Bilgisayarımın ekranında Birsen Elveren ile yaptığımız görüşmenin notları duruyor. Ses kayıtları, kulağımda, kayıtları iyice dinledikten sonra Apocalyptica’dan bir şarkı açıyorum. Çello sesinin eşlik edeceği bir ramazan izlenimi karşılayacak bu sefer siz okuyucuları.
Başlıyoruz…
Yaramaz bir kız çocuğu gibi sokuluyorum Birsen Hanım’ın yanına. (Ben ona abla demeyi tercih ediyorum.) O gün Divan Edebiyatı Vakfı’nın bahçesindeki banklardan birindeyiz. Sırtımız camekân ile korunmuş iç alana dönük; içeride, en köşede duruyor semaverin koyulduğu masa. Karşımızda Şerife bacıların evleri… Kim bilir iftar sofrasında ne olacak, belki ne olmayacak? Bahçede minikler oyun oynuyor, onlar da sol çaprazımızda.
Soruyorum; “Birsen ablacığım, sence ramazan nedir?” Birsen Hanım cevaplıyor; “Ramazan çocukluğumdan itibaren benim için bir sürü şey ifade ediyor. Şu an baktığımda kısaca tevhid duygusu diyebilirim. Tevhidden kastım; oruçluyken, niyetliyken bütün insanların eşit olduğu hal. O açlık hali, birtakım şeylere sabır hali, eşit, insanları birleştiren nokta bu. O birliği hissediyorum. Ne kadar birleştiriyor? Bu soruyu da sormak lazım. Tabii ben olması gerekenden bahsediyorum yani maksattan bahsediyorum. Maksat ne kadar hâsıl oluyor, onu bilemiyoruz.”
Birsen ablanın açıklı koyulu kızılıyla kıvır kıvır kısacık saçlarını savuruyor rüzgâr. O gün renk ve biçim ile ilgilenmiştim… Oruçluyken baksaydım da yine aynı şeyi görür müydüm? Örneğin yolda yürürken aniden dert basabilir mi oruçlu bir kişiyi? Tüketim çılgınlığının içinden değil de dışından bakınca zaten aksi mümkün mü? “New York’un neresindensin sen bacım?” diye soruyor içimdeki dolmuş şoförü. “New York’un içindeniz biz milletçe.” diyor yine içimdeki bir başka ses, bu karakterin antrasite göz kırpan renkteki saçları bukleleriyle beline dek uzanıyor, süslü… Biraz tartışmak gerek tüketim çılgınlığının içinden miyiz, dışından mı sorusunu.
Birsen Hanım’a yeni bir soru yöneltiyorum, “Abla, oruç hakkında neler söylemek istersin?” Cevap verirken kendinden emin bir ses tonu kullanıyor. “Oruç bir nevi terbiyedir, dürtülerin terbiyesi.”
Adolf Hitler gençlerin cinsel güdülerini törpülemenin bir yolu olarak sporu tavsiye ediyor. Sanıyorum ki hayatımızı idame ettirmemiz için bize verilen dürtülerimizi bazen şefkat tokatlarıyla terbiye etmek iyi sonuçlar verir.
Birsen Hanım ile görüşmemizin son saniyelerindeyiz. “Ramazandan beklentileriniz neler?” Birsen abla biraz düşünüyor bu soruyu yanıtlarken, ardından şu cümlelerle yanıtlıyor: “Birlik ve beraberlik isteğinin yaygınlaşmasını istiyorum. Yani herkes tarafından görülebilir, hissedilebilir ve istenebilir hale gelmesi.”
Kulağımda Finlandiyalı bir müzik grubu olan Apocalyptica’nın Faraway adlı parçası var şimdi. Şarkının 42. saniyesinde başlayan şu cümle dikkatimi çekiyor. “I don’t believe in Gods but I pray for you” cümlenin çevirisi; tanrılara inanmıyorum ancak senin için dua ediyorum. Ancak sözcüğünden öncesini okumamış gibi hissediyorum kendimi çünkü sıcacık bir koku vuruyor burnuma. Birliğin sırrı böyle bir tezatta yatıyor olabilir mi? Yani inanmayan bir bireyin, inançlı insanların ümit kapısını, inanmadığı halde tıklamasında.
Beraber çok ramazan görelim Birsen ablacığım.