Mesafe
Bir gece yarısı otomobilin birinde, belirsiz bir yolda gidiyorum. Nereye? Kiminle? Benim burada ne işim var? Neden buradayım şimdi? Alıp başını yürüsene kızım, neden duruyorsun? Evim uzak çünkü ve karanlıkta yön bulmak oldukça zor. Yanımdaki insanlar da bunu biliyor. Evet… Yanımdaki?!. Aynı arabanın içerisinde birbirine yabancı insanlar oturuyor. Kurduğumuz her yeni iletişim ile birbirimizin bir başka maskesini, bir başka özelliğini keşfediyoruz. Demek ki A noktasından B noktasına en kestirme yoldan veya kaç dakikada nasıl gidileceğini öğrenebilmemiz için Ösym’nin düzenlediği üniversite sınavlarında ilk üçe girmeye falan gerek yok.
Nereden geliyorum? Bir iftar yemeğinden dönüyorum. Davetli miyim, davet verenlerden miyim yoksa bambaşka bir noktada olduğu halde kendini kandıran bir zavallı mı?.. İşte bunu henüz kestiremiyorum. Zaman düğümleri çözer umuduyla bekliyoruz hep beraber. Şimdi, bu sorgunun, oturduğum arka koltukla veya geçen yıl aynı koltukta yine aynı insanlarla birlikte oturmamla bir alakası var mı? Sorusunu sorguluyorum. Sorgu içinde sorgu, döngü içinde döngü. Ahmet Ümit’in Masal Masal İçinde kitabı gibi… Ancak, geçen yıldan farklı bir insan olduğum kesin. Mesela çok daha sabırsız, tahammül eşiği düşük, katılaşmış bir kalple merhamet yoksunu biri olmuş olabilirim. Belki, artık politik ve samimiyetsiz bir insana bile dönüşmüşümdür.
Ruhumun soğumasına neden olan şey?.. Yollar akıyor… İnsanlığın, kadınların gözyaşları gibi. Bu koltukta bir şey var Şeyma, benim yüreğime bir şey dokunuyor burada. Keşke beni bıraksaydınız şu durakta, diyorum içimden, biraz yalnız kalmaya ihtiyacım var, zaten bir gün aramıza aşılamayacak mesafelerin gireceğini anlamamak mümkün değil…
Duygularım Ay Akşamdan Işıktır’ı söyleyerek hücrelerimi eziyor minicik çimenlerin üzerinde tepinen filler gibi… Akşam kahvesi de gümbürtüye gitti, olsun, yakın ama uzak olmak matematik formüllerine sığmayacak kadar manevi bir şey şimdi benim için. İşte, bunu anlamanızı hiç beklemiyorum. Tam burada aklıma Ali ağabeyim geliyor. Belki ramazanın büyüsündendir bu düşünceler. Bağırsaklar ikinci beyindir diyen doktorlar geliyor aklıma birden. Acaba sindirimi zor bir şeyler mi nüfuz etti bünyeme? Ali ağabey ile Meryem’i tartışırken, geçen ramazan başımdan geçen oldukça fantastik bir olaydan bahsedip ekliyorum, “Bir de ramazan var ağabey, yıl boyu yapılan bütün günahların otuz günlük açlık ile affettirileceği inancı var…” Yüzündeki çizgilerin ona verdiği sert ifadenin çok zıttı bir sesle konuşuyor; “Mürüvvetciğim, Ramazan öncelikle “Allah’ın boyasıyla boyanmak”ın diğer zamanlardan daha fazla hissedildiği bir ay. İster istemez normal zamanlara nazaran daha sabırlı, daha anlayışlı, daha müsamahalı, daha sevgili, daha merhametli… oluyoruz. Zaten ramazan-ı şerifi karşılarken de uğurlarken de kendimize bir çeki düzen vermenin gayretindeyiz. Bunu ne kadar çok zamana uygulayabilirsek o kadar kâr!” Tam burada çok tatlı bir gülücük beliriyor suratında.
Gökyüzünde dolunay var bu gece. Belki ondan bu duygusallık? Şimdi Ali ağabey nerede? Bu arabanın içerisinde olmadığından eminim. Muhtemelen adada ve Meryem ile vakit geçiriyor. Ali ağabey ile yokuştan iniyoruz, Marmaray istasyonuna gitmek için epey bir mesafe yürümemiz gerekiyor. Sesi daha da vakur bir tona erişiyor devam ederken; “Neyse diğer yandan ramazan elbette kendine has gelenekleri görenekleri âdetleri ile başlı başına bir kültür fenomeni. Özellikle biz Türkler için. Sahuru, iftarı, davulu, güllacı, pidesi, diş kirası, çocuk orucu… sayıp dökmekle bitiremeyeceğimiz bir kültürel zenginlik. Hepimiz kıyısından köşesinden bu zenginlikten nasibimizi aldık şükür. İnşallah bizden sonrakilere de tertemiz devredebiliriz.” Bu cümle bana bir ironik gelmiyor değil. Ah ağabeyciğim bir bilsen ramazanda kimler neler yapıyor?.. Dindar Anadolu insanı ayağına… Masumiyetin can çekiştiği arka koltuklarımızdan izliyoruz biz de olan biteni… Ben inceden yüzümü ekşitince sıkıldım sanıyor tabii… Ekliyor; “Uzattım biraz ama bir tarafıyla da galiba naz ayı. Geçenlerde, ayıptır söylemesi, canım patates kızartması çekti. Üşenmeden sahurda patates kızarttım. Sair zamanlarda çok da üstünde durmayacağım bir şeydir. Normalde canımın isteğinin geçmesini beklemek biraz daha bana göre.”
Neredeydik, evet, burası, yakın zaten Eminönü’ndeki ilk duraklara, hem zaten son otobüsün kalkmasına daha var, bırakın beni şurada, bir ay önce bana peçete satmaya çalışan küçük mülteci kızı anayım İETT otobüsünün en arka sağ koltuğunda. Arabadakiler belki naz yaptığımı sanıyor. Bu kadar maske ile nasıl anlayacaklar ne hissettiğimi?.. Orasını kestirmek zor. Peki, insanın insana naz etmesi… Sanki, biz insanlar birbirimiz için çok da önemliymişiz gibi…
Gibi…
-mış gibi…
Hazır naz demişken, sokak hayatı hiç öyle naza falan gelmez, demişti bir sokak çocuğu geçenlerde. Kaldırım taşlarının soğukluğu ile evsizliğin, ailesizliğin, yurtsuzluğun gri, puslu havasını ayırt edemezsin ve ikisi de yüreğine oturur, demişti. Geçen ay, Eminönü’nden bir otobüse atladım, evime dönebilmek için. Kulağımda kulaklık, Şebnem Ferah’tan bir parça çalıyor yine. Bu arada Ali ağabey de pek seviyormuş Şebnem’i… Ferah, yüreğinde yaşayan bir mültecinin hikayesini anlatıyor! Parçanın adı Ben Bir Mülteciyim… Çantamı yanımdaki boş yere bırakıyorum. Mesafeli bir ilişki yaşıyoruz, son zamanlarda. Yine aklımdan birçok soru geçiyor, bu aralar dünya ile aramdaki mesafeyi kapatabilmek için soruların denizinde bir can yeleği arıyorum.
Mülteciler naz yapabilir mi acaba? Yapsalar biz ev sahipleri ne tepki veririz onlara?.. Şansları var mı yabancı bir yerde naz etmeye… Tam o sırada kara, bakımsız, kötü giyimli bir kız çocuğu taranmamış saçlarını eliyle geriye atarak yanıma geliyor. “Abla, peçete alır mısın?” diyor, sesini duyuyorum, o duymadığımı sanıyor, yüksek tondan söylüyor, “Abla! Peçete alır mısın?”, donuk bir ifadeyle kızın gözlerine bakıyorum. Kulaklıklarıma işaret ediyor bakışlarıyla. Sonra yeniden alnına düşen perçemlerini geriye atıyor. Muhtemelen bir iki haftadır yıkanmamış, saçları da karışık duruyor. Kıyamıyorum, kulaklığın tekini çıkartıyorum. “Abla, peçete almaz mısın?” Kaşlarımı hafifçe yukarıya kaldırarak cevaplıyorum küçük kızı. Sol ayağını sağ ayağının önüne yerleştiriyor, yarım daire çizerek yerinde sallanıyor. Dolayısıyla ya utandı, ya da onu önemsediğimi hissetti… Sessizce izlemeye devam ediyorum miniği… (Minik diyorsam, on yaşında vardır bu güzel çocuk) Bu sefer yeniden, “Abla! Bir şey diyebilir miyim?” diyor. Kafamı sallıyorum. “Şey, çantanı kucağına al, çalarlar.” Deyip otobüsten koşar adım iniyor. Yaşadığım şok ve duygu karmaşası şu arabanın arka koltuklarına bile sirayet etmiş olabilir. Bu nasıl bir şey?
Hayretler içerisindeyim henüz atlatamadım onu. Şimdi, naz deyince, tabii kafalar biraz karışıyor ama Ali ağabey o akşam biz yokuştan Marmaray’a inene kadar tüm ayrıntıları anlatmasa bile genel çerçeveyi çiziveriyor… “Oruca da naz ile devam edebiliriz. Normalde helal olan nimetlerden Cenab-ı Hakk’ı razı etmek için el çekiyoruz.”
Araya girmek pek adetim değil ama dayanamıyorum burada. “Tabii bir de haram olanlar var! Mesela başka birinin masumiyetine leke vurmaya çalışmak, bir kadının yüreğini taciz etmek, bir çocuğun hayallerini çalmak gibi…” Ali ağabey söyleyeceklerine odaklandığı için lafının kesilmesine aldırmadan; “Kendi isteklerimizle murad-ı ilahiyi örtüştürdüğümüz bir ibadet. Diğer yandan iftar sevincinin verdiği itminan duygusunu hissettiğimiz kaç an vardır ki? O tevhidi hazzı, hem de her bir oruçluya hissettiren bir hal var.” İçimdeki muhalif seslerin zirve yaptığı bir cümle kurdu.
İşte şimdi!
Heyecanla atılıyorum.
“Ağabeyciğim senin bahsettiğin vahdet hazzını çok farklı yorumlayacak kişiler var. Muhtemelen şu anda da yanlış yorumlarının icrası için uygun beden arıyorlardır.” Diyorum. Abim, müşfik bir ifadeyle; “Söylediklerimizi kanıtlama zorunluluğumuz yok değil mi?” diye bir soru soruveriyor bana. Hal bu ki inanmak istemeyen birine en düzgün kanıtları bile sunsak yine de bildiğini okuyacaktır. Çünkü hakikat ile aramızdaki mesafe ikna olmaya niyetlendiğimiz kadardır.
Bir sonraki yıl, yine bu arka koltukta oturacak mıyım? Otobüsten bahsetmiyorum. Şoför koltuğunun yanında annem oturuyor. Acaba bana mı öyle geliyor? Keşke, indirseler şu durakta beni. Ne yazıyor orada? Ayvansaray… Heh, zaten buradan sonrası kolay bana. Bırakıverin şuracıkta. Anne, gözlerimde bir nem var. Sal beni kaçayım şu atmosferden. Belki seneye daha başka bir kızın olur. İçimden başka bir ben bile çıkartabilirim. Değişsem yine senin evladın olabilir miyim? Bu sorunun yanıtı bende yok.
Bir döngü sanırım bu.
Şu direksiyonun ardındaki kırmızı ışıklı ibre var ya?.. Yüz ile doksan değerleri arasında gidip geliyor.
Pek sabit durduğu söylenemez.
İbrenin ışığına bakıyorum, Üsküdar yokuşundan inerken gözleri kör kızıl saçlı bir kadın düşüyor aklıma. Yanımda Ali ağabey, az arkamızda değerli dostlarımız, bir cumartesi gecesi, yürüyoruz, az önce bahsettiğim konuşmalarla aynı geceden. Konumuz ramazandan öncesi, ramazan esnası ve ramazan sonrası arasındaki farklar. Ramazan neleri değiştirse iyi olur?
“Mesela, ahlak anlayışımız, değişse…” diyorum ağabeyime, “Uyanıklık yaptığımızı sanarak yıprattığımız şu ahlak komple kazınsa sokaklardan, insanlardan. Belki hakikat ile aramızdaki mesafelerin kısalması için iyi bir çözüm olurdu bu…”
Tabii, şu söylediklerimi duvara söylesem sıvası aşınır, sabır taşı olsa çatlardı ama insanı ağabeyi dinleyince hiç öyle olmuyor.
Sükunetli bir ses doluyor kulağıma.
Bilin bakalım kim?
Tabii ki Ali ağabeyim! “Aslına bakarsak varoluşta değişimden muaf tek bir an da yer de yok malum. Gözle görülmesi zaman aldığı için farkına varmamız uzun sürebiliyor. Diğer anlamda ise Türkiye’yi çok daha güçlü görmek istiyorum. Dünya bir yerden bir yere doğru gidiyor ve gittiği yer maalesef pek iyi bir yer değil çünkü dünyayı zalimlerin sürüklediği bir dönemden geçiyoruz. Bu olumsuz durumu da Türkiye kadar umursayan yok. Yani yine zalimle mazlum arasında olma görevini tarih bize yüklemiş görünüyor. Tabii ki mazlum arkamızda, zalim karşımızda. İnşallah bu ramazan-ı şerif ile birlikte hem zalim hem mazlum gün gün daha güçlü bir Türkiye görür.”
Araba yanaşıyor kaldırımın kenarına. Gece ayakkabılarımın cadde asfaltına değişine tanık oluyor. Güç, gerçekle bağımızın arttığı yerde başlıyor olabilir. Bu ihtimali sınamak için mesafeleri kapatmak mı lazım gelir? Ali Ağabey, şimdi ada sahilinde, büyük ihtimal Meryem’in gözlerine bakarak akşam kahvesini içiyor iftar sonrası. Ablamız kahveyi sade içiyormuş, ağabeyim öyle diyordu geçen, ben şimdi evimin önünde, nazar boncuklu anahtarlığımla giriyorum içeriye. Ağabeyim zihnimde, Meryem karakteri, biz kızların çok da yabancı olmadığı biri belki ancak Meryem, Ali Çakır’ın zihninde. Dolayısıyla sokağa açılan krem renkli kapı kapanırken ne Meryem ile aramda mesafe var ne de Ali ağabeyim ada sahilinde. İşte hepsi satırlarda, notalarda, fazla uzağa gidemezsiniz!