“Çocuklarınızı, içerisinde yaşadığınız zamana göre değil, onların yaşayacakları zamana göre yetiştirin” Hz.Ali(k.v)
“Mehdi, bizim tembelliğimizin adıdır.” demişti Aliya İzzetbegoviç. Angaje olduğumuz ezberlerin de mehdi beklemekten bir farkı yok gerçekte. Ona gönül verenler, günün birinde bir kurtarıcının zuhûr edip kendilerini, içine düştükleri sefâletten kurtaracağına inanırlar. Çilesiz, sıkıntısız, tefekkürsüz bir kurtuluştadır bütün ümitleri.
Ezberlere olan sadâkatimiz de mehdi beklemeye benziyor. Onlara da kurtarıcı gözüyle bakıyoruz biz. Bakış açımızın altında evvelemirde sorgulanmamış bir kesin inanç, daha sonra da çilesiz, külfetsiz, gayretsiz bir kurtuluş ümidi saklı.
Kurtuluş reçetelerinin, birilerinin elinde olduğu ve o arz-ı endâm ettiğinde peşine takılmak gerektiği inancı, bizi bugüne kadar hep perîşân etti. Fakat o müzmin itiyâddan nedense bir türlü kurtulamadık biz.
Ezberlere düşmân olduğumuzu sanıyoruz. Gerçek hiç de öyle değil hâlbuki. Daha baştan reddiye yazdığımızın yerine kendimize ait olanı koymaya hazırız hemen. Yani muhâlifi olduğumuz kokuşmuş ezberin panzehiri gibi gördüğümüz kendimize ait bir ezberimiz var da biz onun farkında değiliz kesinlikle.
Bize dayatılan doktrinlerin, ideolojilerin kör bir ezber olduğunu biliyoruz. Ve yine onların, kronikleşen birçok derdimizin de ana kaynağı olduğu husûsunda hemfikiriz. Buraya kadar da bir problem yok zâten. Bütün sıkıntı, bu eşik aşıldıktan sonra başlıyor. Bir ezberi gözden düşürmeye çalışan bizler, farkında bile olmadan kendi ezberimizi onun yerine ikâme etmenin peşine düşüyoruz derhâl. Tabîî onu bir ezber olarak değil de bütün dertlerimizin devâsı olan sihirli bir formül, bir ideal çözüm olarak görüyoruz. Bu yüzden de bir ezberi fâş ederken farkında olmadan hıfzımızdakinin propagandasına girişiyoruz.
Çoğunluğun; “Ben ezberlere karşıyım.” deme lüksü yok bu ülkede. Reddedilen ezberler ve hepsinin karşısında doğruluğuna inanılmış bir muteber ezber var dâimâ. Fakat o, sahibi nezdinde ezber değil aslâ. Gerçeğin bizâtihi kendisi. Mevcûd fikirlerin en isâbetlisi. Temasa geçildiğinde toplumu şâha kaldıracak efsûnlu bir reçete. Ezbere atfedilen değer bu olunca müdekkik, muhakkik bir nazarla üzerinden geçmenin ve onu hasbî tefekkürle ele alıp irdelemenin, yani yeniden anlamaya çalışmanın da bir gereği kalmıyor artık. Zîrâ îmân edercesine inanılmış bir fikrin üzerinde durup onu yeniden düşünmek anlamsızlaşıyor. Fuzûlî bir gayret gibi görülüyor sahibince.
Ve o dakikadan sonra ezber sahibinin keyfiyyeti zenginleştirmek gibi bir derdi de kalmıyor. Zîrâ artık yapılacak iş belli: Ezbere merbût sürüyü çoğaltmak. Yani kemmiyyeti arttırmak! Muhtevâya yabancı, yeniden anlamaya kapalı, kendisini güncelleyemeyen, sadece bir ezber kalıbına itâatla yükümlü, hayâttan izole, keyfiyyetsiz bir kalabalık üretmek. Çünkü îmân edilen ezbere inanmış insan sayısı ne kadar çoğalırsa kurtuluş da o kadar yakın! Elbette bu beyhûde bir aldanış.
Kısacası herkes kendi dünya görüşüne aykırı düşen ezberin muhâlifi ve kendi ezberinin de sâdık ve gözü pek bir müdâfi. Düşünen, tefekkür çilesi çeken küçük bir azınlık dışında toplumun çoğunluğu bu kısır döngünün mahkûmu olarak köşe kapmaca oynamakla ömür tüketiyor.
Farkında olmadan en erken çağlarımızda hattâ diyebiliriz ki çocukluk yılarımızda bir ezbere sevdâlanıyoruz. Ya aileden tevârüs ettiğimiz kıymet hükümleri ya bir büyüğümüzün telkinleri ya da yetişme şartlarımız bizi bir ezbere angaje hâle getiriyor. Ve uzun yıllar onun tek hakikat, yegâne gerçek olduğu avuntusuyla oyalanıyoruz. En doğru fikrin mensûbu ve müdâfi olmakla övünüyoruz. Ezberlerle büyüdüğümüz için onlar zamanla şahsiyyetimizin mütemmim cüzü hâline geliyorlar. Adeta bütünleşiyoruz onlarla.
Tabîî bu hep böyle gitmiyor. Üzerinden yıllar geçse de gün geliyor paradigmamızla yüzleşiyoruz. Değişmekte olan hayât, güncellenmeyen fikirleri ıskartaya çıkartıyor zîrâ. İşte o zaman ezberimizin yaldızları birer birer dökülmeye başlıyor. Fakat yanlışımızı görsek, derunumuzda onunla yüzleşsek de yıllarca peşinden koştuğumuz bir ezberi terk etmek, ona sırtımızı dönmek o kadar kolay değil artık. Değil bunu itirâf etmek, dillendirebilmek bile bir hayli zor.
Ezber, kimliğimizin bir parçası hâline geldiğinden onu savunurken aynı zamanda şahsiyyetimizin de müdâfaasını yapıyoruz. Ondan vazgeçmek, kimlik ve geçmişimizi de sorgulamak anlamına geliyor. Bu durumda ise bir sâbiteye dayanmak ihtiyâcında olan insan, kendisini boşlukta hissediyor. Sorgulamadan yaşamanın, yıllarca bir ezbere kayıtsız-şartsız itâat etmenin neticesi bu.
Sevgi ve nefretlerimizin de kaynağında ezberlerimize olan sadâkatimiz var. Çoğu zaman bize onlar yön veriyor. Reaksiyonlarımızı onlar belirliyor. Bir ezbere duyduğumuz sevgi, onun mefhûm-u muhâlifi olarak gördüğümüz fikir ve şahsa karşı kolayca husûmete sevk edebiliyor bizi. Burada anlamaya çalışmak yok, körü körüne bir düşmânlık ve reddediş psikolojisi var.
Ezberlere olan mahkûmiyyetimizin altında okumayı, araştırmayı, düşünmeyi, sorgulamayı sevmeyişimiz yatıyor. Yani sığındığımız ezberler, tefekküre yatkın olmayışımızın kaçınılmaz bir sonucu. O yüzden de önümüze konulan hazır reçetelere, kurtuluş formüllerine(!) yapışmaya fazlasıyla teşneyiz. Birilerinin adımıza düşünüyor olması, bizi zahmetten kurtarıyor zîrâ. Kolaycılığın, beleşçiliğin bir başka tezâhürü de ezberlere kucak açmak bu toplumda.
Yıllar önce, vakti zamanında ülkücülükten sosyalizme geçiş yapmış bir dostuma; “Niçin ülkücülüğü bırakıp sosyalist oldun?” diye sormuştum. Verdiği cevâb, ezberlere teslîm olmanın insan hayâtında ne büyük bir savrulmaya yol açtığının isbâtı gibiydi: “Ülkücülüğün yanlışlarını gördüm. Düz mantıkla hareket ettim ve herhalde doğru olan bugüne kadar kendisiyle mücâdele ettiğim fikirdir, diye düşündüm.” Benden on beş yaş büyük olup bugün hayâtta olmayan dostum, kendisini tanıdığım yıllarda artık ne ülkücüydü ne de sosyalist. Çoktan Kemâlizm’e doğru yelken açmıştı. Dümeni bir o yana bir bu yana kırarak dünyadaki mesâisine son noktayı koydu. Kısacası yitip giden, bir hiç uğruna tükenen hayâtların da müsebbibi yine peşinden koştuğumuz ezberler.
Bir ezbere bağlanmanın kaçınılmaz sonuçlarından biri de yeni fikirlere kapıyı kapatmak. Çünkü her yeni fikir, ezber sahibinin cam fânûs içinde korumaya aldığı ezber için bir tehdîd potansiyeline sahip. Hayâtın ritmine ayak uyduran taze bir fikir, eski ezberlerimize tekrar dönüp bakmamızı şart kılıyor. Yeniden bir fikir mesâisine zorluyor bizi. Bu da tabîatiyle zihin konforumuzu bozup manevî bütünlüğümüzü sarsıyor. Ezberi bozulan şahıs, hem o yeni fikre hem de fikrin sahibine düşmân olabiliyor.
Ezberler kimliğimizin vazgeçilmezi durumunda. O yüzden de onlar, anlamanın önündeki aşılması en zor engeli oluşturuyor. Her şahıs, ezberini savunurken farkında olmadan kimliğinin müdâfaasını yapıyor. Tartışmaların, sohbetlerin birden polemiğe ardından da kavgaya dönüşmesinin arkasında yatan sebeb o. Çünkü fikirler değil, kimlikler çatışıyor.
Her fikir târihin bir döneminde şekillendiğinden zuhûr ettiği devrin şartlarına tâbidir. Zaman geçip şartlar değişince geçmişte çözüm üreten bir fikir, tarâvetini yitirip yeni şartlara cevâb veremez hâle gelir. Ve tabiatiyle bir ezbere dönüşür. O yüzden de her fikrin üzerinde yeniden düşünmek zorundayız.
Türkiye’de kimlik gruplarının ezberleri var. Tartışmalarda hep onlar piyasaya sürülüyor. Ve neticede bir diyalog ya da fikir münâzarası değil, bir monolog ve sağırlar diyaloğu yaşanıyor sürekli olarak. Herkesin kendisinin çalıp kendisinin söylediği bir vasatta ise yeni fikirlerin ortaya çıkması mümkün değil. Fikri sefâletimizin altında toplumun ezberler üzerinden kimlik gruplarına bölünmüş olması gerçeği yatıyor.
Bazıları katıksız bir şekilde ezberini savunuyor, bazıları ise daha akıllıca davranıp ezberin etrafından dolanarak ustaca yapıyor müdâfaasını. Doğrudan ezbere vurgu yapmasa da sözlerinin satır aralarında dolaşanlar kendisini harekete geçiren sâikin o ezber olduğunu görüyor hemen.
Neden ezberlere meftûnuz, niçin onlara bu kadar çok sarılıyoruz? Çünkü kurtuluşu hep kendi dışımızda arıyoruz. Onu hâriçte sanıyoruz. Hâlbuki o bizim içimizde. Manâ kandîlini gönül mabedimizde yakabilmekte. Onu yakmadan, kalbimizle akletmeden Hâk’ka vusul mümkün değil. Onunla temasa geçen kul ise sonsuz bir enerji kaynağına kavuşuyor.
Düşünebilmek içinse kendi içimize düşmek gerekiyor. Varlığımızda meknûz olan hakikatle buluşmamız icâb ediyor. Dışımızdan içimize döndüğümüz gün onunla tanışacağız. Bir hadîs-i kudsîde; “Ben yere göğe sığmadım, fakat mü’min kulumun kalbine sığdım.” denmiyor mu? Demek ki hakikatin ışığı, nûrun, ziyânın kaynağı bizde. Onu dışımızda aramaksa muhâl üstü muhâl.
Yüce kitabımızda defaâtle sorulmuyor mu bize: “Düşünmüyor musunuz, akletmiyor musunuz?” diye. Bakış açımızı değiştirmezsek, Kur’ân bile bizim için bir hidâyet rehberi olamaz. Öncelikle kurtuluşun bizde başlayacağını, içimizde yaktığımız ateşle kıvam bulacağını bilerek çıkmalıyız yola. Kurtuluşu, geçmişlerin kıssalarında ya da birilerinin ağzından dökülen sloganlarda aramak en büyük yanılgı. Yolumuzun yücelerinden Hâcı Bektâş-ı Velî ne güzel söylemiş:
Harâret nârdadır, sacda değildir,
Kerâmet baştadır, tâcda değildir
Her ne arar isen, kendinde ara,
Kudüs’te, Mekke’de Hâc’da değildir
Zihinlerimizi ezber prangalarından kurtarıp rûhundan bize üfürenle buluştuğumuz gün, hakikat kapıları ardına kadar açılacaktır bize.