Şuyuu vukuundan beter…
Çünkü vuku bulan menfur hadiseler, konuşuldukça ister istemez daha da yaygınlaşarak toplum nazarında “aşırı uçlar”dan “normal”e doğru yavaş yavaş çekilirken bir taraftan da insanlar “istenen” tepkiler vermeye ayarlanıyor. Elbette ki son derece ince mühendislik hesaplarıyla…
Bu iğrenç haberler, toplumda hakiki bir infial yaratabilecek gücü haizken sosyal medya aracılığıyla idam isteme dışında bir “hakiki” tepki bile bulamıyor.
Batı’nın iyi yanlarını almak, bir hayal-i muhal olsa gerek.
Birkaç yıl önce vazife icabı Paris’e gittiğimizde “ülkemizdeki gibi çocukları sevmememiz hatta hiç irtibat kurmamamız gerektiği” hususunda defaatle uyarılmıştık. En küçük alakayı pedofili olarak algılayıp ona göre muamele edebilirlermiş!
Acaba Batı kültürü, kendi içindeki iğrenç sosyal problemleri dünyada yaygınlaştırıp bunu normal zemine oturtarak bir çeşit “tıbbi vaka” çerçevesine mi almak istiyor? Bir yanı elbette infial, diğer yanı ise maalesef sapkınlık çerçevesinin genişlemesi. Çünkü artık bu habislerin sapkınlıkları, “pedofili” namıyla “kavram” haline gelmiş oldu. Bir durum kavramlaştıktan sonra bunu “suç” olarak da kabul etseniz “hastalık” olarak da kabul etseniz artık bir “literatür” ve/veya “disiplin” zemininde konuşmak durumunda kalırsınız.
Hiçbir zaman “ulusal” olmamış ulusal medyada hemen her gün kanımız donarak, insanlığımızdan hatta varlığımızdan utanarak takip ettiğimiz haberler sadece “insanların haber alma hakkı” düsturu ile açıklanabilir mi? İnsan kisvesindeki bu üstad-ı iblislerin melanetlerini, en ince ayrıntılarına kadar tekrar tekrar zihnimize işlemeye çalıştıklarını gördükçe maalesef bir hüsn-i niyet izine rastlamak çok zorlaşıyor.
Okuyanlardan mahcubiyetle özür dileyerek…
Bir yandan medyanın bütün şubeleri ve unsurlarıyla erotizm hatta pornografi hiçbir fırsatı kaçırmadan sürekli köpürtülürken diğer taraftan mebhus rezillikleri en ince ayrıntısına kadar haberleştirmek, masum bir tesadüf olmasa gerektir.
Kız evlatlarını “kerîme” tesmiye eden bir kültürün fertlerine tamamen yabancı oldukları bu bahis, elbette yıkıcı tesirleri de beraberinde getirecektir. Özellikle sosyal medyadaki tartışmaları ve bu tartışmaların seviyesini gördükçe önemli mevziler kaybettiğimizi büyük üzüntüyle görüyoruz. “Taraflar” kendi yanlışlarını, “karşı” tarafın yanlışıyla aklamaya, hiç olmazsa mazur/anlaşılabilir göstermeye çalışıyor. Sadece sosyal “medya”da değil, maalesef sosyal “hayat”ta da tartışmaların son derece seviyesiz bir minvalde olduğu aşikâr.
Bir milletin bütün problemlerinin kaynağı, “ontolojik itikadını” kaybetmesi olabilir mi?
Evet.
Bir milletin bütün çözümlerinin kaynağı, “ontolojik itikadını” bulması olabilir mi?
Evet.
Merhum Yahya Kemal Beyatlı’nın şu mısralarını bir de bu dikkatle okuyalım:
“Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan.
Bahseder gerçi duyanlar bir onulmaz yaradan;
Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;
Budur âlemde hudutsuz ve hazin öksüzlük.
Sızlatır bazı saatler dayanılmaz bir acı,
Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı.
Ruh arar başka teselli her esen rüzgârda.
Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda!”
Ontolojik itikadımızda Batı’nın da Doğu’nun da problemleri ve çözümleri, normal olarak, yok. Çünkü her kültür “kendi” tecrübesi doğrultusunda “kendi” çözümünü üretir. Bir başka kültürün problemini ve çözümünü sahiplenerek bir çamur deryasında debelenmek dışında nasıl bir sonuç bekliyoruz? Nasıl ki bireyler, birbirlerinin sergüzeştlerini edinemezlerse toplumlar da birbirlerinin tarihini kendilerine mal edemezler.
Doğu ve Batı ile bin küsur yıl sağlıklı alışveriş içindeyken Doğu-Batı arasında “sıkışmamız” ya da “bocalamamız” masalının 19. asırla beraber anlatılmaya başlanmasını ontolojik itikadımızın kaybıyla hiç mi değerlendirmeyelim?
Son üç asırdır başımıza gelen sosyal, kültürel, siyasi, ekonomik… facialarımızı bir de ontolojik itikadımızın kaybı açısından düşünmeyelim mi?
Son üç asrın ikisini “Doğu” ile birini “Batı” ile kaybettiğimizi ihtimal dâhiline hiç mi almayalım?
İçinde bulunduğumuz asrı da bunların birbiriyle mücadelesiyle heba etmek yerine “Maturidi-Yesevi” nazariyesiyle ihya etmeyi değil denemek, ihtimal çerçevesine bile mi dâhil etmeyelim?
İmam Maturidi, Hoca Ahmed Yesevi, İbni Arabi, Mevlana Celaleddin Rumi, Sadreddin Konevi, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Ak Şemseddin… gibi isimlerini bir çırpıda sayabildiğimiz nice “kurucu değerimiz”in Batı’dan, Doğu’dan ahkam kesen isimler kadar olsun “kendi” milletleri hakkında söz söyleme hakları yok mu?
Tarifini, Ken’ân-ı Velî Hazretleri’nden alarak “uzlet” tavsiyesiyle sözü şimdilik bağlayalım:
“Ârifin uzleti, nefsinden kalbine hicret etmektir. Kalbinden de içeri, rûhuna girmektir ve nihâyet rûhundan sırrına, sırrından Mevlâ’sına yetmektir.
Uzlet, hakîkatte hayvanî sıfatlardan kurtulmaktır.”
Hazret-i Ken’ân Rifâî Büyükaksoy