Adamın kulakları raylara döşenmişti sanki… Kulaklarını raylara döşemiş, beklemekle geçen onca yıl… Neyi bekliyordu? Uzaktaki tren yolunun getirip götüreceği öyle çok şey var ki… Duymak istediği, durdurduğu hayatının sesi belki de. Nerede durduğuna dair hikâye, ulaşamayacağı bir yerlerde kalmış. Tren sesi gibi hızla gelip gittikçe beyninde uğultusunu hissediyor yalnızca. Artık her şeyi tren sesine göre yorumluyor zihni. Belki de gizliden hatırlamaktan haz duyduğu bir şey var o seste. Bazen hatırlamakla duyduğumuz acı, yaşamaya dair bir haz verir, yaşadığımızı hissettirir.
Allah’tan seyrek geçiyor tren! Lâkin bu biz okurlar için, hikâyeyi seyredenler için böyle! Biz, “iyi ki az geçiyor tren o yoldan” diyebiliriz. Ona sorma imkânımız olsaydı “Hayır!” derdi, “Acı, yaşadığımı hissettiriyor, vicdanım ve pişmanlığımla çözersem çözerim kendimi. O tren olmasa ben kendimi de unutacağım.” Adam bunları diliyle söyleyemezdi elbet ama insan yaşarken hep yaşamak ister. İntihar edenlerde bile “İmdat, yaşamak istiyorum. Bana yardım edin!” çağrısı vardır. Kendini unutmak istemekte bile gizliden bir hayata tutunuş vardır. Daha iyi bir kendilikle yaşama umudu! Unutmak istediği; memnun olamadığı kendiliği, o menfur olayın müdahili. Unutma sevdası olmasaydı burada, bu ıssız yerde bile işi olmayabilirdi. Hayatla bir işi olmayabilirdi. Kulaklarını döşediği raylara vücudunu uzatır, trenin seyrek geçişi umurunda olmadan öylece dururdu.
Bazen dışarı çıkıp biraz yürüyerek tren yoluna gidip “gelmesi mümkün olmayanı beklediği” oluyor. 24 yıl önceki o akşam için sözleştiği gibi…
Şimdi gecenin o ilerlemiş saatinde yakmayı hep geciktirdiği lâmbanın titrek ışığında 24 sene önceki o alevleri seyrediyor. Alevlerde de “Gelmesi mümkün olmayanı görüyor.” dense de ateşle anlatılamayan bir sıcaklığı hissettiğinin farkında. Varlığını artık tamamıyla kaplayan, kavuran sıcaklık… Alevsiz, dumansız kor eden bir ateş… Sıcaklığın harareti yaktıkça içini “gelmesi mümkün olmayanı ve tanımadığı, o gecede kalan bütün gelmesi mümkün olmayanları” özlediğini anlıyor. Her gece anlıyor. Her gece yeniden anlamayı özlüyor. Her sabah içini kavuran pişmanlığı daha çok anlıyor, daha çok yanıyor. Ve her akşam, lâmbanın tutuşan fitili ile yangın somutlaşıp bütün varlığına ve bütün varlığa yayılıyor. Tüm varlık yangın yerine dönüyor.
Elleri… Nerede bıraktığını hatırlamaktan kaçtığı elleri lâmbaya uzandığında elleri kilometrelerce, elleri tren rayları gibi istikametini artık kestiremediği bir yere doğru uzanıyor. Sonra “bir yer” bütün dünyayı kaplıyor, atılan taşlarla tutuşturulan her yer oluyor. Raylar, ateş, elleri, elindeki taşla “gelmesi mümkün olmayanlar” içinde uzayan yola seriliyor.
“İlk taşı” o mu atmıştı? Bilmiyor. Hem ne fark eder, kalabalığın içinde bütün farklar yitirilir nasılsa… Kalabalığın içinde günah bölüşülür, bölüşüldükçe azalır ve buharlaşan kendilikle birlikte gözden kaybolur. Günah, günah olmaktan çıkarılır zihinlerde. Zihnin oyunudur bu! İnsan, günahı gürûha kurban eder, kalabalığa kendini kurban eder.
Camiden yeni çıkmıştı, eve giderken akşam için on gün öncesi sözleşilen çay bahçesinin önünden geçti. Bir an önce akşam olmasını bir yandan istiyordu, evet! Ama bir yandan da özlemini duyduğu o buluşma ânının hayali ile duyduğu kalp atışları öyle anlatılmaz bir sevinci haber veriyordu ki bu sevinci daha çok uzatmak için adımlarını ağırlaştırarak yürüyordu.
Kalbinin atışlarına dikkat kesilmiş yürürken kalabalığı geç fark etti. 20-25 kişi idi önce galiba. “Din düşmanı şer… Din elden gid… Kahrolsun …” Bazen bir kelimede bile birleşir insanlar. Bir kelime yeter, bir kelimede düşüncesini zorlamadan sürüye takılır, sürüklenir insan. İnsanoğlu gâfildir. Kendini öfkeli güruha teslim etmesi için bir kelime, cümle bile değil; ilâhî bir fişekti sanki. Slogan atan kalabalıkla nereye yürüdüğünü bilmeden ilerledi. Birleşen gücün, istediği yere götürme kuvvetine teslim oldu. Sloganlar ve kalabalıkla yürüdükçe bulaşan öfke ile hiçbir şey düşünemez hâle geldi. Gelecek olana özlem, akşam, çay bahçesi uçtu gitti kalbinden. Sadece “bir yığın” öfke vardı. Hepsini sarmalayan, öfkenin hazzı, öfkenin vaadi, kalabalığın gücü(!) vardı.
Bir binanın önünde durdular. En öndekilerden biriydi artık. İçlerinden biri mi söylemişti, yoksa kendi sesi miydi? “Taşlayın!” Farketmez, “hepsi birdi.” Elindeki taşı diğerlerine uymuş, savururken onlar gibi kendinden habersizdi. Onlar gibi günahı ve kendini kurban etmişti kalabalığa. Tek başına yürürken, ya da durup bir yerlere bakarken birisi çıkıp, “sen, 3 adım öne gel, eline şu taşı al ve şuraya fırlat” dese, şaşırır ve durur düşünür insan. Kalabalığın içinde ne durmaya, ne düşünmeye zaman yoktur; şaşırmaya da. Günah bölüşülür, kaybolur gider kendilikle birlikte.
Birden binanın içinden alevler çıkmaya başladı, irkildi! Eline baktı, attığı taş bir şeyleri tutuşturmuş gibi geldi. Benzin dolu bir kuyuya kibrit atar gibi… Ellerine baktı… Alevler kalabalığı uzaklaştırdı ondan, ellerine bakan kendisiyle yapayalnız kaldı. İtekleyenlerle birlikte başka bir tarafa ilerledi. Gözleri ellerindeydi! Pişmanlık duyamıyordu henüz, sadece alevler vardı kafasında. Farkında olmadan gruptan ayrıldı, alışkın adımları eve götürdü onu. İçeri girdi, ayakta duramıyordu, yatağa uzandı. Hiçbir şey düşünemeden öylece yattı. Ne zaman o sesleri duyup fırladı bilmiyor. Annesinin telaşlı haykırışı televizyonun gür sesine karışıyor, “Sivas, Madımak, yangın, ölü ve yaralı sayısı bilinmiyor, kentte sokağa çıkma yasağı…” uzayıp gidiyordu. Olayın tüm vehâmeti fark ediliyordu şimdiden fakat o başka boyutlarıyla birlikte hissediyordu işte!
İki gün dışarı çıkamadılar. Ölü ve yaralı sayısı açıklandı. İsimler de!
Okulun kantininde tatilden önce karşılaşmışlardı. Ortaya dökmedikleri duygularının sessiz haberdarlığında konuşurlardı. “Her şeyin zamanı var.” derdi ikisi de içinden. “Vakit, 2 Temmuz akşamı, bizim meydandaki çay bahçesinde olmalı.” dedi kendi kendine, kantinden ayrılırken. Ertesi gün trene binmiş memleketine yol alırken “onun da aynı şehre gelecek olması çok güzel tesadüf” diye düşünüyor, içi içine sığmıyordu.
2 Temmuz akşamı buluşamadılar. Gidemedi, sokağa çıkma yasağı vardı. O da gelemedi. Bir daha hiç gelemeyecekti. Ellerine baktı. Bu onun ilk günahı mıydı? Yoksa peşine takıldıklarıyla birlikte kendinden uzaklaşan, uzaklaştıkça büyüyen günahı mıydı?
Ellerine baktı… Elleriyle attığı taş, başkalarıyla beraber sevdiği kızı da diri diri yakmıştı. Ya da kalabalık, bir anda her şeyi yakmıştı. Tek tek kendini ve nüfuz ettiği her şeyi yakmıştı kalabalık. Ateş büyümüş, hepsini içine almış, günah her yere dağılmıştı.
Ellerine baktı…
Paylaştığı günahın azabını tek başına çekerdi insan. Günah, paylaşsa da insanın kendisine aitti. Paylaşsa da yaptığı her şey insanın kendisine aitti. Elleri de insanın kendisine aitti. Ve herkesin sevabı da günahı da günahının kefareti de kendi elinin yettiği kadardı. Niceliği sürü, keyfiyeti kişi hazmederdi. İnsan, acıyı ve günahı keyfiyete dönüştürürse İNSAN olacaktı.