Târihin mahkemesi olmaz, muhâsebesi olur.
Önyargı ve sâbit fikirler bir türlü yakamızdan düşmüyor. Târihe ilişkin ön kabûllerimizse sadece geçmişimizi anlaşılmaz ve efsânevi kılmıyor, idrâkimizi perdeleyerek ufkumuzu da karartıyor. Târih, zamanla inanç haline dönüşen önyargıların toplumdaki kutuplaşmanın da etkisiyle dozunu gittikçe arttırdığı bir disiplin haline gelmiş durumda.
Yakından tanıdığım bir hanımefendi bir keresinde bana; “Ben Osmanlı Pâdişâhlarının hiçbirisini sevmiyorum.” dedi. “Niçin sevmiyorsun?” diye sorsam makul ve mantıklı bir cevap veremez. Zîrâ târih müktesebâtı insicâmlı bir îzâh yapmaya kifâyet etmez. Ancak çiğnene çiğnene sakız olmuş herkesçe malûm dövizleri sıralar: Kardeşlerini katlediyorlardı, saltanat iyi bir idâre tarzı değildir… gibi. Cepheleşmenin sebep olduğu fâsid mantığın üzerine oturan gerekçeler.
Ve yine aynı hanımefendi Atatürk’ü ölesiye seviyor. Toz kondurmuyor üzerine. Ata’sına her şeyiyle hayrân, karşıtı olarak gördüğüne ise ebedî düşmân. Kelimenin tam anlamıyla bir ifrât-tefrît psikolojisi… Tabii bu hastalıklı psikoloji, farklı tezâhürleriyle karşı cephede de var.
Mahallî idârelerin; muhtelif ilim, kültür müesseselerinin düzenlediği halka açık sohbet ve toplantılarda ülkemizin seçkin târihçilerine yöneltilen sorulara da yine aynı seviye hâkim. Orta malı haline gelmiş sorular soruluyor oralarda da: “Vahdettin hâin miydi?” “Osmanlı Pâdişâhları neden hacca gitmedi?” “Baltacı-Katerina hikâyesi doğru mudur?” gibi en bilindik sorular… Kimsenin kerâmeti kendisinden menkul değil vesselâm.
Ya medyadaki tartışma programlarına ne demeli? Kendinizi adeta bir mahkeme salonunda sanıyorsunuz. Târihin duruşması yapılıyor sanki orada. Sıfatları farklı da olsa konuşmacıların tamamı gönüllü birer avukat kesiliyor beyaz camın önünde. Her biri müdâfaasını üstlendiği târihi şahsiyyetin yılmaz bir müdâfii konumunda. Tarafgirlik, anlama şevkinin çok önünde. Çünkü gaye anlamak değil, kendi gerçeğini(!) her halükârda savunmak. Gerekirse anlamadan savunmak. İşin içine nefsâni duygular da girince sinirler geriliyor ve tartışma ateş alıp iş, şîrâzesinden çıkıyor.
Bu ülkede büyük çoğunluğun târihe bakışı, bir sabînin anlama ve algılama kapasitesinin üzerine çıkamıyor ne yazık ki. İşin daha vahîm olan yanıysa çoğu aydınımızın da bu selin önünde sürüklenmesi. Târihimize daha yüksek bir irtifâdan bakamaması. Bu kanâatimizin delili ise ekranlardaki tartışma programları. Bunu görmek için o programlara birazcık nazar etmek kâfi.
O programların çoğunda anlama esasına dayalı bir tefekkür iklimi yok. Orada herkes kendi paradigmasının kör müdâfii. İlim fikir adamı postuna bürünmüş şahıslarsa gerçekte gözü pek birer ideolog.
Taraflar sipere yatmış durumda. Pavlov’un köpeği gibi siyâsî duruşlarının simgesi olarak gördükleri şahsı savunmaya hâzır vaziyetteler. Yücelttikleri şahsiyyete yönelik en ufak bir eleştiri ya da karalama, ilk etapta savunmaya ve hemen arkasından da taarruza geçiriyor onları.
“Bak, sen Abdülhamid’i Meclis’i kapatmakla ithâm ediyorsun ama Atatürk de zamanında Meclis’i fesh etmemiş miydi?” Keşke bu sözlerde mukayeseli bir analiz gayreti olsa, bir anlama cehdi bulunsa. Her iddiâ, nasıl ve neden sorularıyla taçlansa ve o minvâl üzere tartışma yürüse… Hâdiselerin yaşandığı devirlerin şartları da dikkate alınarak çok cepheli ve geniş görüşlü bir bakış açısının imkânları zâhir olsa. Çapraz okumalar yoluyla karşıt görüş ve yaklaşımlar da dikkate alınsa. Tartışmacı ancak bütün bu şartları yerine getirdikten sonra bir fikir beyânında bulunsa…
Ne mümkün? Adeta televizyon ekranından taşan bir horoz dövüşü yaşanıyor milletin gözleri önünde. Önemli olan; gerçeklerle yüzleşmek değil, sûrda bir gedik açmak. Zîrâ inandıkları değer, kırk tane mendilin içine dürülmüş sakal-ı şerîf kadar hürmete şâyân. Onu müdâfaa edebilmek adına her türlü salvo serbest ve haklı haksız karşı tarafın sinir uçlarına dokunmak mubâh.
Taraflar nezdinde doğru olan daha baştan belli. Önemli olan o doğruyu tevsîk etmek. Yani herkes kendi haklılığını ispatın peşinde. Belgelere dayanarak, hâdiselerin sebep ve sonuçlarından yola çıkarak meseleleri anlamaya dönük fikri takib esaslı bir yaklaşım söz konusu değil. Târih, bir bilim olmaktan çıkıp inanca dönüşmeye başladığında eklektik davranmak da normalleşiyor haliyle.
Bazı istisnâlar dışında genelde hep böyle cereyan ediyor o programlar. Aktüel siyâset üzerine yapılan bir tartışmadan kayda değer bir farkı yok çoğunun. İkisinin de hedefi aynı: Haklı çıkıp mevzi kazanmak. Bu, bir politik tartışma için normal kabûl edilip mazûr görülebilir. Ama aynı şeyi bir târih programı için söyleyebilmek mümkün mü?
Her ikisi de aynı mihrâkın yönlendirmesi altında. Bu garâbet, siyâset gibi târihin de kimlik çatışmasının arka bahçesi haline gelmesinden kaynaklanıyor. Târih, özellikle de yakın târihin bazı olay ve şahısları, cepheleşme siyâsetinin atış alanı haline gelmiş durumda.
Türklerin İslâmiyyet’i kabûlünden bugüne kadarki târihimiz, düşük yoğunluklu da olsa, bu mücâdelenin bir parçası durumunda. Kulvar değiştirerek planlı bir Batılılaşma siyâseti gütmeye başladığımız, büyük kırılmanın yaşandığı son iki yüz yıllık devre ise o çatışmanın en şedîd biçimde yaşandığı dönem.
Gerçekte Türkiye’de siyâsî mücâdele yok, kimlik çatışması var. Zîrâ siyâsî mücâdele, hiçbir ülkede bu kadar büyük bir kutuplaşmaya ve derin bir sosyal çatlağa yol açmıyor. Çünkü hiçbirinin arka planında kimlik ayrışması yok ve o yüzden de toplum belli bir târih fikrinde müttehid.
Bu ülkedeyse târih, kimlik eksenli kutuplaşmanın toplumun bağrında açtığı bir alt parantez. Yani kaynağı farklı bir bölünme değil, aynı kaynaktan fışkıran farklı bir tezâhür.
Târih üzerinden yürütülen mücâdele, bugün savunulan ilkelerin ve benimsenen hayât tarzının meşrûlaştırılması adına yapılıyor. Gerçekte kimse Abdülhamid’i savunmuyor, onun üzerinden kendi kimliğinin mücâdelesini veriyor. Sultan’ın şahsiyyetinde anlam kazandığına inandığı kadîm değerlerin müdâfaasını yapıyor. Ve yine kimse gerçekte Atatürk’ü savunmuyor, onun şahsında en güzel biçimde temsil edildiğini düşündüğü kimliğine has ölçülerin ve hayât tarzının kavgasını veriyor. Vekâlet savaşları yaşanıyor yani. Geçmişe atıfta bulunularak bugünün ibrâ edilmesine çalışılıyor.
Târih, toplumların geleceğine ışık tutmak için mürâcaat edilen bir ilim dalı. Varlığını ona medyun. Geleceklerini planlayan toplumların rotasını tayîn eden en keskin pusula. Devlet siyâsetinin lojistiği. Böyle yaklaşıldığında toplumun menfaatine hizmet ediyor. Bizim gibi bölünmüş ve belli bir târih fikrinde uzlaşamamış toplumlarda ise bir kesimin diğerine karşı zafer elde etmek adına kullandığı bir üstünlük taslama ve kimliği meşrûlaştırma aracı.
Yapılan en büyük hatâ ise târihin siyâsîler eliyle politik taraftarlık üzerinden ele alınması. Târih, muhâsebesi siyâsîlere bırakılamayacak kadar nâzik ve ehemmiyetli bir konu. O yüzden de târihi bahisler, ehil târihçiler eliyle tartışılıp vuzûha kavuşturulmak zorunda. Tabii târihçinin de tarafsız olmasa bile objektif olması şart. Bir siyâsî misyonun mümessili haline gelmiş ilim adamından(!) doğru ve isâbetli bir teşhîste bulunmasını beklemek abes. Siyâsete angaje, onun ötesinde bir siyâsî kulvara girmiş kişiden târihçilik değil, ancak tetikçilik beklenir. Târih, geleceğe ışık tutan bir projektör olmaktan çıkar, siyâsî duruş ve politik pozisyonların referans merkezi haline gelir.
Tanzîmât alafrangalığını benimseyen kitlenin çocuklarıyla yaklaşık iki asırdan beri bu gidişe “Hayır!” diyen reaksiyoner Türk muhafazakârlığının çatıştığı alanlardan biri durumunda târih. İçine girilen Batılılaşma sürecinde toplumda yaşam tarzları ve gelecek tasavvurları birbirinden hayli farklı iki insan tipi oluştu. Bu iki grup, kimlik vurgusuyla öne çıkıyor. Biri kendisini şarklı, diğeri ise garplı olarak görüyor.
Benimsenen kimlikler üzerinden geçmişin muhâsebesi yapılmaya kalkıldığında ise târih algımız çarpıklaşıyor. Kimlik vurgusu bazı târihi şahsiyyetleri metafora dönüştürüp olduğundan daha yükseklere çıkarıyor. Simgeleşen bu insanlar, kimlikleriyle meşrûlaştıklarından eylem ve icrââtları sağlıklı bir değerlendirmeye tâbi tutulmuyor. Yaptıkları ya da yapamadıkları, başardıkları ya da başaramadıkları üzerinden anlam kazanmıyorlar. Aslolan, onların târihten bugüne yansıyan duruşları. Yani kendilerine hayrân kitleleri tarafından giydirilen kimlikler, izâfe edilen vasıflarla öne çıkıyorlar. Hakikatte bu kimlikler, onların gerçek kimlik ve şahsiyyetleriyle de bire bir örtüşmüyor. Ama bu çok da önemli değil. Zîrâ burada belirleyici olan, muhiblerinin sevgisi ve onlara yüklediği anlam. Kitle, gerçeklerle fazla temas etmeden kendi hayât tarzının ve kimlik algısının izdüşümü mevkiinde gördüğü târihi şahsiyyeti yüceltmeye uğraşıyor. Hatta zamanla tabu haline dönüşüp dokunulmazlık bile kazanıyorlar. Hayrânları onlara hatâ ve kusûr yakıştırmazken muhâlifleri ise sürekli zemmediyor onları. Bu keskin savruluş her iki kesimde de var.
Lâikler olarak kendisini niteleyen kesim, Cumhûriyyetten önceki altı buçuk asırlık târihe buğzediyor. Hatta kimisi bugünkü milli varlık sebebimiz olan o geçmişi yok sayıyor. “Benim târihim, 1923’te başladı.” bile diyebiliyor. Akla ziyân, eksantrik bir durum. Toplumun ana gövdesini oluşturan geleneğe bağlı kesimse Cumhûriyyetin ilk yıllarını adeta târihi devamlılık fikrini görmezden gelircesine her şeyiyle kötülüyor. Lozan’ın birtakım tavîzler verilerek kerhen kabûl edilmiş bir uzlaşma olduğunu bile anlamak istemiyor. Bazıları da antlaşmanın neden İzmir’de değil de Lozan’da imzalandığını düşünmeksizin zafer(!) ilân ediveriyor onu. Lozan’ın yığınla tavîz verilerek müstevlîden koparılmış bir bağımsızlık senedi olduğunu görmüyor. Bugün artık onun üzerinden bir gelecek tasarımında bulunmanın anlamsızlığını fark edemiyor.
Târih üzerine yapılan tartışmaların bir kısmı da artık günümüzde hiçbir anlamı kalmamış meseleler üzerinde düğümleniyor. Siyâseten katl, onlardan biri. Asırlar öncesinde kalmış, tesîr ve netîceleri bugüne ulaşmayan, on yedinci yüzyılda kapanmış bir yara o. Bu konuyu gündeme getirenlerin niyeti ise belli. Osmanlı’yı kötüleyerek Cumhûriyyetin fazîletine gönderme yapmak. Târihin bir kez daha kimlik eksenli siyâsî kavgalara alet edilmesi.
Burada akla şöyle bir soru geliyor: Bu tartışmanın somut bir faydası var mı bugün bize? Hâlimize ve istikbâlimize ne katacak onu sürekli gündemde tutmak? Üç yüz elli yıl önce kapanmış bir yarayı durmadan kaşımak, sönmüş bir volkanın külünü boşluğa savurmaktan başka nedir?
Evet, târihin kutsanması bu olsa gerek. Her iki taraf da bir asrısaadet telâkkisi içinde mâzînin kendisince önemli olan dönemini kutsuyor. Kimlik kavgası, kutsanan devrin mefhûm-u muhâlifi olarak görülen zaman diliminin de kötülenerek ona reddiye yazılması sonucunu da doğuruyor beraberinde.
Kimlik merkezli bakış açısı, kutsama ve şabloncu yaklaşım tefekkürümüzü dumûra uğratıyor. Öncelikli olarak kutsama esasına dayanan bu târih algısından kurtulmak zorundayız. Bunun için de yapılması gereken ilk iş, târihin kimlik üzerinden sürdürülen kavganın enstrümanı olmaktan çıkarılmasıdır. Tefekkürümüz, ucuz siyâsî polemiklerin ve kimlik çatışmalarının yörüngesinden çıkmadıkça bağımsızlaşamaz.