Gerçek Varlığımız

16790519_1306416416091473_195720817_nİnsanoğlu tuhaf mahluk! Hem âciz hem muktedir, hem ölü hem diri…

Yeniden diriliş için dahi bir başkasının bizleri toprakla kavuşturmasına muhtaçken acz ile abd kelimelerindeki muvafıklık şaşırtıcı olmamalı…

Âcizliğin kulluk bilincindeki yapı taşlarından olması ise başarının önünde bir engel teşkil etmemeli! Ayrıca sürekli yenilmek de yenilginin ilâcı değil muhakkak. Beşer de bunun bilincinde olduğundan mıdır yoksa tabiaten muktedirlik salahiyeti olduğundan mıdır bilinmez, bir mağlubiyet birçok galibiyetin habercisi niteliğinde olabiliyor. Ancak bu iktidarlık alanı da mahdut elbette.

Geçen zamanlara hayret edip geleceğin müphemliğinden ürkmek, yeni bir kavrayışı da beraberinde getiriyor: Fenadan bekaya irtihal. Bir cümleye sığdırılabilen bu hâl, sonsuz hayatı üç günlük ömre bedel saymayanların hakikatidir. Kimilerine göre vakt-i safa kimilerine vakt-i kahr…

Taksiratın ekseriyetine rağmen pervasızca bastığımız toprak yine bize bağ’raçıyor ve “vaktiyle beni çiğnemenden sebep seni kabulde itirazım var.” demiyor ya bu dahi şükre vesile nazar-I ibretle bakabilene.

Toprak ile hesaba dahi yanaşmazken tüm varlığa karşı vereceğimiz hesap ise rahmetin tecellisine değin nice olur, bilinmez.

“İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn.” Evet, Allah’tan geldik ve şüphesiz O’na döneceğiz. Ancak müşkül olan Hüve’den gelip Hüve’ye kavuşmaktaki sürecin imtihanı, neticesi ve tüm bunlarla yüzleşilmesi…

Aristoteles Poetika’sında, “ Bir olayın bir olaydan dolayı gerçekleşmesiyle bir olaydan sonra gerçekleşmesi arasında çok fark vardır.” der. Burada anlatılmak istenen bazı olayların sebebe bazılarının ise zamana tâbi olduğunu vurgulamaktır belki de. Bu bağlamda şunu rahatlıkla söylemek gerekir ki bir sebebe bağlı olay ile deneyimlenen hususlar hikmet ile buluşmuyor ise felâkettir. Tecrübe denilen şey salt deneyimlenmiş olanı ifade etmemeli, irfan ile kaim olmalı. Aksi hâlde ise bir olayın bir olaydan sonra oluşu, zamanın olağan akışının getirdikleri ve tabiî sürükleniş ne kadar da ürkütücü değil mi? Elbette birtakım sürüklenişler mukadder. Ancak irademiz dahilinde olup kabiliyetleri hiçe saydığımız yaşayışlara ne demeli? Evvelâ fark ediş lâzım! Hayata karşı mağlup olmama niyetindeki zâtların akıntıya karşı yüzmeye istidatlarının da olması vacip değil midir?

Bu bahiste kaderin görmezden gelindiği hissi zuhur edebilir. Elbette kadere iman, imanın esaslarından. Ancak mefhum fehmedilmedikten sonra kayıtsız şartsız imanı da zedeleyebiliyor. Zedelenme konusu iman ekseninde olunca vehme de yöneliş başlıyor. Buna mahal vermemenin yolu anlamanın gerekliliğiyle izah edilebiliyor.

Hasan Basrî Hazretleri Kader Risalesi’nde “O hâlde onların cehennemlik oldukları hakkındaki söz ancak fıskı işlemelerinden sonradır.” der. Allah’ın ilmi elbette her şeyi kuşatıcı, ihata edicidir. Ancak Allah hükmünü, abdın yapıp ettiklerinden sonra yazmıştır dersek yanılmış olur muyuz?

Öyle veya böyle tüm bu anlama gayretleri içerisinde hakikat, irademize yüklenen kutsiyet dolayısıyla bizleriz. Yaptığımız her şeyden sorumlu ve hesap verici isek sadece yürümekle değil yol almakla da mükellefiz.

Başkalarının attığı taşı benliğimizin inşa malzemesi olarak görmeliyiz ki bu yürüyüş akamete uğramasın! Unutmayalım ki mevcut olan her şey insanda kemâle erer. Füsûsu’l-Hikem’de İbn’ül Arabî’nin de dediği üzere: “Kendi kıymetimizi takdir edip gerçek varlığımızın farkına varmalıyız.”

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.