Bir vapur aldı getirdi meleği, bir vapur aldı götürdü meleği, bir vapur bir daha alıp gelmedi meleği. Kıyıda kalakaldı bir ceset. Nefes alıp veren, bir şeyler yapan, bir şeyler yapmayan bir ceset. Kahve fincanı, çay bardağı soğudu. Ayna çöllerinde yolu. İzi, sesi silinmiş. Hangi kapının arkasında olsa… Hangi kapı çalınsa… Hangi kapı açılsa… Her hamlede bir daha ve bir daha acıyan yarasına kapandı. Ay, şu dört minareli camiye bembeyaz bir yol çiziyor bazı geceler. Çekip gitmek bunca günah olmasa… Üzerinde pırıl pırıl gün ışıklarının parladığı denizi hatırladı ceset. Meleğin, gözlerini kapatmadığı günleri hatırladı. Koynundan bir kâğıt, bir kalem çıkardı. Yırtıverecekti, kırıverecekti dünyayı; zor tuttu kendini. Kuru çalılar arasında can çekişir gibi çırpınan bir serçeye uzandı. Dalları, dikenleri kırdı. Serçe ellerinde çırpındı, ceset bir daha öldü. Gözleriyle boğdu denizi. Serçeler güçlüdür. Zayıfı ezmeyin dervişler. Muktedir hissetmeyin dervişler. Gören gözünüz, tutan eliniz, yürüyen ayağınız put olmasın dervişler. Tanrı evini yıkmayın dervişler. Tanrı Teâla’yı gafil bulamayız dervişler, arasak da istesek de bulamayız dervişler. Ceset yeşile, kahverengiye, siyaha meftun. Gözü mavide. Ah bir ıssız adada mahsur kalsak biz, diyor; öyle yorgun. Biliyor, meleklerin ıssız adaya ihtiyacı yoktur. Meleğin gölgesi, cesedin üstüne düştü. Az nimet mi? “Allah’ım güreşmeyelim artık, hep galipsin. Mihrapsız, minaresiz bir mescit gönül. Hani kurban? Allah’ım son umudumu kestim, tek umudumu kestim. Kabul olunmak dilerim.” dedi.
Kıyıdan
Hani şu dört minareli cami var ya
Sabit gözlerim
Dört minare
Kaç kargı sırtımda
Şükür kalbini ayırıp iki taş arasından
Acemi bir put yarattım
İman ettim tapındım
Ah kıyamam kırmaya
Var oldu haber verdi
Kurban istedi canım vardı
Aceleci boğazladı hamlesi zarif elleri kararsız
Çok kanadım ölmedim çok zaman
Ölmezdim sunağı mermer tavrı keskin olsa