Suriye’deki Varlığımız Kutlu Olsun

Haldun SönmezerBugün “Suriye’de ne işimiz var?” diyenler, geçmişte de aynı şeyi Kıbrıs için söylüyordu. Kıbrıs politikamızı eleştirenler, daha da ileriye giderek adadaki varlığımızın meşruiyetini bile sorguluyordu. Hatta içlerinden bazısı, “O kolordunun orada ne işi var?” diyecek kadar cüceleşmişti. Onlara göre biz, işgalci konumundaydık. Türkiye adadan askerini hemen çekmeli ve uluslararası hukuka aykırı(!) olan bu durum bir an evvel son bulmalıydı. Bu sözler, çok azı için belki sadece bir anlama kriziydi ama hepsi için aynı şeyi söylemek zor.

Kıbrıs üzerine yapılan görüşmeler yıllarca devam etti. Görüşmelerin uzadığı, zaman zaman tıkandığı ve tarafların üzerinde uzlaşabilecekleri bir formülün ortaya çıkmaması yüzünden temasların kesildiği hatta bazen paydos edildiği dahi oldu. İşte o zaman yine içimizden birileri hayıflanarak bu durumu dış politikamızın yetersizliğine yordu. Hatta diplomasimizin sakatlığından bile bahsedildi.

Bu şartlarda bir anlaşmaya varılması zordu. Türkiye tutumunu değiştirmezse, açıkçası taviz vermeye yanaşmazsa görüşmelerden bir sonuç çıkması imkânsızdı. Ve ne acıdır ki bunu dillendirenler, üzerinde T. C. damgalı nüfus cüzdanı taşıyanlardı.

Kıbrıs’ta bize çözüm olarak dayatılan seçeneklerin hiçbiri bizim için çözüm olamazdı kesinlikle. Çünkü müzakerelerin üzerine oturduğu konsept, Türkiye’nin toprak kaybını ve tabiatıyla da stratejik üstünlüğünü kaybetmesini öngörüyordu. Yani daha masaya otururken toprak vermeyi peşinen kabul ediyordunuz. Mehmetçiğin bileğinin gücüyle aldığı toprakların bir kısmı diplomatlarımız eliyle masa başında Rum tarafına peşkeş çekilecek ve buna da çözüm denecekti. Bu şartlarda müzakereleri uzatarak zamana oynamaktı en iyi çözüm. Bize lanse edilen anlayıştaki sakatlığı görmeyenler, çözümü somut bir neticeye ulaşmak olarak algılayanlar içinse bu durum, dış politikamızın zafiyetiydi. Hâlbuki görüşmeleri uzatarak süreci yavaşlatmaktı Türkiye için en ehven politika. Çözümün(!) uzaması Barış Harekâtı’ndan sonra ortaya çıkan ve nispeten lehimize olan de facto durumun muhafazası anlamına geliyordu. Yani sürecin tıkanması ve çözümsüzlüğe oynamak gerçekte çözümün ta kendisiydi Türkiye için. Ama ne yazık ki birileri bunu ya hiç anlamadı ya da ne hikmetse anlamaya yanaşmadı.

Bugün Suriye’deki varlığımızı eleştirenler de benzer bir anlama krizi içindeler. Bir kısım zevat hâlâ hadisenin nezaketinden bihaber vaziyette; “Burada ne işimiz var?” diye sayıklarken birileri de siyasilerin beyanlarıyla icraatları arasında uyum olmadığını söyleyecek kadar siyaset ve diplomasinin üslup ve tabiatına yabancı bir duruş sergiliyor.

Bugün, şehit kanlarıyla sulanan güneyimizdeki topraklar inşallah bir gün şanlı bayrağımızın gölgesiyle aydınlanacak. Hadiselerin aldığı şekil onu gösteriyor. Suriye’de kalıcı olduğumuzu göremeyenler, siyasi makamların gündelik beyanları üzerinden meseleyi yorumlayanlar, böyle bir neticenin doğacağına inanmıyor. Günlük siyasi beyanlar, konjonktürel olduğundan hakiki maksadı yansıtmaz. Ve tabiatıyla sadece onlar üzerinden fikir yürütenler de siyasetin seyrini doğru okuyamaz.

İçimizden birileri; “Nasıl olacak bu iş? Başbakan daha dün açıklama yaptı, ‘Suriye’nin toprak bütünlüğü bizim için önemlidir.’ dedi, diyor. Yoksa Başbakan’ın, böyle kritik bir aşamada dünyanın gözünün içine baka baka “Suriye’ye çıkmak için girmedik, ilhak edeceğiz.” mi demesini bekliyorlardı?

Gailenin büyüklüğü ve hadiselerin ağırlığı da meseleyi doğru okumamızı engelliyor. Artık güneyimizde bir devlet olmadığına ve ortaya çıkan otorite boşluğu da biz olmadan kolay kolay doldurulamayacağına göre bu coğrafyadaki varlığımızın kalıcı olacağı açık. Ordumuz terör hedeflerini ortadan kaldırdıktan sonra geri dönecek olursa çok geçmeden benzer sıkıntılarla yeniden karşılaşma ihtimalimiz çok yüksek. Bizden boşalan bölgelerde terörün yeniden filizlenmesi kaçınılmaz. O yüzden de Türkiye, sadece bölgenin selâmeti açısından değil kendi güvenliği için de girdiği bölgelerden çıkamaz.

Önemli olan o topraklara askeri varlığımızla yerleşmemizdir. İçinden geçtiğimiz süreçte de bu gerçekleşiyor zaten. Bir sefer yerleştik mi, kimse bize oradan “Çık!” diyemez. Dese de kim dinler? Akıp geçen zaman da bizim Suriye’deki meşruiyetimizi güçlendirir. Barış Harekâtı’ndan bu güne Kıbrıs’taki durum da hâlâ fiilidir. Resmileşmedi henüz. O yüzden de görüşmeler yıllardan beri devam ediyor. Peki, kırk yıldan beri bizi oradan çıkarabildiler mi? Devletimiz önce güvenli bir şekilde ilerleyecek, daha sonra da hâkimiyet kurduğu sahadaki otoritesini sağlamlaştırarak yavaş yavaş bu coğrafyaya yerleşecek. Tıpkı Kıbrıs’ta olduğu gibi.

Artık o topraklar bizimdir. Orada yaşayan ve çoğu soydaşımız olan insanlar için de en ideal çözüm budur zaten.

Gerçekte müfsit ve açgözlü Batılılar bize altın bir fırsat sundular. Âdeta müdahale etmemiz için meşru bir zemin oluşturdular. Zira Türkiye’nin bu kadar ileri gidebileceğini tahmin etmiyordu hiçbiri. Fakat Türkiye zahirde onların sunduğu, gerçekte ise kaderin kendisi için açtığı kapıdan girerek süratle ilerlemeye başladı. Daha da ilerleyecek inşallah. Büyük ihtimal güneyimizde Misâk-ı Millî sınırlarına ulaşılacak. Mevcut durumu ve güvenliğini sebep olarak göstererek kendisi için yeni hedefler belirlemesi de söz konusu. Bunları güçlü bir şekilde dillendirerek yeni hedefler istikametinde kamuoyu oluşturması da. Fiili durum da zaten buna izin veriyor. Maşalara yapışıp elini doğrudan ateşe uzatamayanlar da Türkiye’yi karşısına almakta zorlanacak. Bu durum hoşlarına gitmese de Türkiye’ye karşı de facto durumu aşabilecek bir hamlede bulunmaları zor. Ve tabiatıyla Türkiye’yi masaya davet etmekten başka seçenekleri de yok.

Sınır ötesinde bizi durduramayanlar, ülke sathında terör eylemlerinin dozunu artırarak şimdi bize ayar çekmeye çalışıyor. Son zamanlarda terör eylemlerinin artmasının en önemli sebebi Suriye’deki hızlı ilerleyişimizdir. Yabancı istihbarat servisleri tarafından planlanan bu eylemlerle, Türkiye’yi hariçten vurmaya cesaret edemeyenler, dâhilden vurarak cepheyi içeriden çökertmeye çalışıyorlar. Türkiye’nin şu an için tek imkânı olan iktidara karşı hoşnutsuzluğu körükleyerek siyasi kaos ortamı oluşturmaya uğraşıyorlar. Fakat sağduyulu halkımız 7 Haziran seçimlerinden ders almışa benziyor. Yeni bir maceraya atılacak göz yok onda.

Suriye ve Irak, tarihi realiteyle örtüşmeyen yapay siyasi üniteler. Bir siyasi gelenek ve devlet tecrübesi üzerine oturmuyor ikisi de. O yüzden de bu suni devletçikler, kuruldukları günden bu yana eli sopalı despotlar tarafından kabile mantığıyla yönetildiler. Bundan sonra güneyimizde ortaya çıkacak yeni organizasyonların da uzun süreli yaşama şansı yok. Suni birer oluşum olmaktan öteye geçemez hiçbiri. Yaşanmakta olan kaosun kozmosa dönüşebilmesinin tek yolu, güneyimizdeki toprakların kalıcı olarak Türkiye’ye bağlanması.

Lozan’ın tartışmaya açılmasını istemeyen laik muhafazakârlarımızın anlamadığı da bu. Suriye’de Lozan’ın bizim arzumuz hilâfına delindiğini görmüyorlar. Kaosun sebep olduğu fiili durum neticesinde Caber Kalesi’ni tahliye etmek durumunda kalışımız bile gözlerini açmaya yetmedi onların. Hâlbuki orasının bize ait olduğu Lozan’da tescil edilmişti. Gerçekte Lozan’ı tartışmaya açan biz olmadık. Muarızlarımız Lozan’ın çiğnenmesine göz yumarak bize başka bir seçenek bırakmadı. Dün Sevr’i göstererek bizi Lozan’a razı edenler, bugün Lozan’ı delerek bizi Sevr’e zorluyorlar. Ama artık ne yapsalar nafile.

Kan döküp can vermeyi göze almaksızın bu kanlı kefeni yırtmanın da çaresi yok ne yazık ki. En büyük gücümüzse karşımızdakilerin bizdeki cesaret ve cürete sahip olmamaları. Bizimle bu coğrafyada doğrudan kapışacak bir atılganlık ve gözüpeklikten mahrum olmaları. O yüzden de maşalarla geliyorlar üzerimize. Tabii bu durum ilanihaye devam edemez. Paralı uşaklarla yürütülen bu örtülü mücadelenin de bir son kullanım tarihi var elbet.

Her hal ve şartta iktidarı yaylım ateşine tutanlar, başımıza örülen bu çorabın, 1990 senesinde Saddam’ın Kuveyt’i işgaliyle başladığını görmüyorlar. O tarihte sahneye konan bu oyun, adım adım ilerletilip ilmek ilmek dokunarak bugünlere geldi. Sadece bu iktidar değil bundan öncekiler de ateşten uzak durmak için büyük gayret sarf etti.  Ama artık bıçak kemiğe dayandı.

Halide Edib’in dediği gibi, Türk’ün ateşle imtihanı bu. Yüz yıl sonra Allah tekrar bizi ateşle imtihan ediyor. Ama bugün o imtihanı biz Anadolu’da değil yüz yıl önce bizden koparılan topraklarda veriyoruz. 1923’te bir takım tavizler vererek ay yıldızlı bayrağın gölgesinde yaşama imkânına kavuşmuştuk. Anadolu’da ve onun yüzük taşı hükmündeki İstanbul’da müstakil bir vatana sahip olabilmek adına tarihi derinliğimize dahi sırtımızı dönmüştük. “Batılılaşacağız.” yalanıyla Batı’nın dümen suyuna girmiştik. Bugün bu millet yine büyük bir mücadele veriyor. Bugünkünün geçmiştekinden farkı ise artık mücadelenin tavizsiz yürütülmesi.

Mehmetçik hızla ve büyük bir kararlılıkla ilerler ve terör örgütlerine ait mevzileri yerle bir ederken aynı zamanda bölge üzerinde hesap yapan odakların da siyasi gaye ve maksatlarının köküne kibrit suyu döküyor. Bölge üzerine hesap yapanlar, ister istemez yeni arayışlara yönelmek zorunda kalıyor. Ordumuz önüne çıkan engelleri bir bir aşarken Cumhurbaşkanımız da Lozan’ı tartışmaya açıyor, Misâk-ı Millî’yi yeniden gündeme getiriyor. Suriye’de ilerlediğimiz bir dönemde en yetkili ağızdan Misâk-ı Millî’ye vurgu yapılması manidar değil midir sizce de?

Türkiye tarihten gelen haklarının kendisine verilmesini istiyor. Bu coğrafya üzerinde sahip olduğu haklarını, geçmişten gelen hukukunu gündeme getiriyor. Artık gerekirse onlar için mücadele edeceğini de herkese gösteriyor.

ABD 1990’lı yıllarda Irak’ı işgal ederken amacının; “Irak halkını Saddam denilen diktatörün elinden kurtararak özgürleştirmek(!)” olduğunu söylüyordu. Bizim ise Suriye’de ilerlerken ABD’den daha haklı gerekçelerimiz var.

ABD sözlerinde samimi değildi. Gerçek niyetini özgürlük masalıyla kamufle ederek bölgeyi destabilize etmeyi, yani istikrarsızlaştırmayı hedefliyordu. Hâlbuki Türkiye, bu coğrafyada yeniden Pax Ottomana’yı (Osmanlı Barışı) gerçekleştirmek niyetiyle hareket ediyor. İnsanlara umut, huzur ve güzel bir gelecek vadediyor. Dört asırlık tarihi tecrübe de buna şahitlik ediyor.

Her horoz kendi çöplüğünde öter. Bizim bu coğrafyada uzun vadede kaybetme riskimiz yok. Tıpkı bugün olduğu gibi 1950’li yıllarda da Kıbrıs’taki barış ortamını bozan biz değildik. Fakat uzun mücadeleler neticesinde fiili durumu lehimize çevirmeyi başardık.

Ortadoğu’da süren bu kanlı satrancın sonunda da Şah’a kış diyen yine biz olacağız. Yüzyıllar boyu o toprakları huzur ve adaletle idare edenlerin torunları kazanacak bu zorlu maçı da. Binlerce kilometre öteden gelip bu coğrafyaya çöreklenmeye çalışan kovboyların istikbali yok o topraklarda. Zerre miktarı şüphe duymuyorum bundan.

Bir Arap atasözü; “Sen sabret; zira zaman sabretmez.” der. Batı dünyası için vakit gittikçe daralıyor. Çanlar artık onlar için çalıyor. Akıp geçmekte olan zamansa sürekli bizim lehimize işliyor. Bize düşen birlik olmak, sabretmek ve zamanın yürüyüşünü seyretmektir. İnşallah Türkler yakın bir gelecekte yeniden bu coğrafyanın hâkimi ve hâdimi olacaktır. Suriye’deki varlığımız şimdiden kutlu olsun.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.