Din: Bir Alacak-Verecek Meselesi

12369161_1672939322984364_2937368099774962866_nKonuya doğrudan ve dolaysız girelim: Din bir hayat nizamı değil, aslında hayatın bizzat kendisidir. Hayata bir nizam vermesi olarak dillendirilmesine olan itirazımız ve bunu kullanma konusundaki çekincemiz, böylesi bir ifade ile dinin, hayattan kopuk olma durumunu çağrıştırmasındandır. Bu durumda sanki din ayrı bir sistemdir ve belki de bundan müstenit hayattan önce var edilmiştir de çelişik ve hatta ironik olarak hayata dışardan ve sonradan katılmıştır. Oysaki dini, hayatın bizzat kendisi olarak gördüğümüzde hayatla beraber ve iç içe, dolayısıyla hayatın bizzat kendisi olduğunu açık ve kesin bir biçimde kabullenmiş oluruz. Bunun hemen devamı olarak da şunu belirtmeliyiz ki din, tıpkı hayat gibi birlik ve bütünlük içindedir. Daha da ileri giderek “varlık”ın birliği ve bütünlüğü gibidir de denebilir. Hayatın birlik ve bütünlüğü gibi, dinin birlik ve bütünlük arz etmesi, onun, birbirinden bağımsız ve birbirine yabancı kategorilere ayrılmaması demektir. Eğer işlevsel açıdan zorunlu bir ayrıma tabi tutulacaksa bu, zihinsel olmalıdır; varoluşsal asla değil. Herhangi bir sebeple farklı kompartımanlardan söz edildiğinde ister din diyelim adına ister hayat; bu kategori, kompartımanlardan birine değil, trenin tamamına işaret eder.  

Din, Arap dilinde; her şeyden önce alış-verişi kapsayan bir kelime olarak karşılık bulmuştur. Alış-veriş sırasında borç yapmak, din edinmektir. Tersinden bir ifadeyle din, borçlanmaktır. Bu kullanım ve karşılık, bize yabancı değildir aslında. Nitekim “Duyun-u Umumiye” olarak eskilerde yer edinen “devletin borçlanması” ifadesini düşünürsek “duyun” kelimesinin “borç” anlamına geldiğini hemen hatırlayabiliriz. Bir inanç sistemi olarak görülen böylesi önemli bir kavramın, ticaret içerisinde üstelik borçlanma olarak karşılık bulması hayli ilginçtir aslında. Zira dinin tanımı kapsamında konuşanlar, genellikle sanki borçtan ziyade kanun ve nizam olarak bakarlar olaya. Ama kelimenin asli anlamı olan bu içeriğe dikkat ettiğimizde dinin, kanun ve nizamdan daha çok, bir ilişki biçimi olduğu fark edilecektir. Bu içerik, bizi hayatın bizzat kendisine götüren anahtardır aslında. Konuyu biraz açalım isterseniz ve bakalım ortaya neler çıkacak, hep birlikte görelim.

Kişi dünyaya geldiğinde sosyal bir çevre içerisinde kendine özgü yeti ve yetenekleriyle doğar. Kişisel çabalarıyla geliştireceği yeti ve yetenek, sosyal yapı içerisinde ona özel bir konum sağlar. Bu kazandığı konum ve ona bağlı olarak serdedeceği roller, insani ilişkilerindeki ederini belirleyecektir. Şimdi bunu din çerçevesinde tekrar ele alacak olursak varlığa oluş imkanını bahşeden Yüce Varlık, insanı yeti ve yeteneklerle donattığı için kişiyi kendisinden bilerek ve kendisine ait hissettirerek en başta onu borçlandırmıştır, diyebiliriz. Bu anlamda din, varoluşun bizzat kendisidir. Varoluş, başlı başına bir din edinme, lügavi karşılığı olarak borçlanmadır. Bu borçlanma, kişinin nereden ve nasıl geldiği, nereye ve nasıl evrileceği bilincini sürekli kendisine hatırlatarak, onun üzerinde Demokles’in kılıcı gibi değil, tam tersine elde ettiği imkanı en güzel şekilde değerlendirme tarzını istemektedir. Zira borçlanmada sadece borcun kendisi değil, borca sebep olan ürünün kendisi de ortaya çıkacaktır. Bu durum, borçlanan kişinin hangi ürün üzerinde borçlandığı ve borcunun karşılığında bu ürüne ne kadar paha biçtiği konusunda kendisiyle muhatap kılınacaktır. Öyle ya, kişi borçlanırken borcu ile ürün arasında ve yine borcu ile ödeme günü arasında öyle bir uyum sağlamalıdır ki ne borcuna karşılık az ya da daha çok ödeme durumunda kalmış olsun ne de borcunu daha erken ya da çok geç bir dönemde ödeme durumunda kalmış olsun. İmdi, buna göre borçlu olan pek tabiidir ki insandır ve Tanrı da tam yerinde olarak alacaklı sıfatına bürünmüştür. Daha farklı bir ifadeyle böylesi bir ilişkide her daim borçlu olan köle, alacaklı olan da efendi konumundadır. Değilse, borçlunun efendi ya da alacaklının köle olması pek anlamlı gözükmediği gibi, kimseye inandırıcı da gelmez. Alacaklının üstte olması ve efendi konumuna yükselmesi, borçlunun da altta kalması ve köle pozisyonunda olması, bu durumda gayet doğal bir haktır.

Buradan kitabi kelimelere dönecek olursak bizlere din vazeden ve kendi buyurduğu dine girmemizi isteyen Tanrı, bizi yani kullarını borçlu mu kılmaktadır ve eğer böyle ise bu borcun karşılığında ne istemiştir, en nihayetinde de ne zaman tahsil edilmesini istemektedir? Zira din edinmek bir borçlanma ise Allah’ın dini ifadesi, ona olan borcu ifade eder. O zaman alacak ve verecek olan tespit edildiğine göre ürünün adı ve buna karşılık ödenecek ederin niteliği ile niceliğini tespit edelim ki bunun ne zaman ödeneceğine geçelim.

Allah bizlere hayat bahşetmiştir ve diri kılmıştır. Yeti ve yeteneklerle donatmıştır. Buna kendi lisanınca, “ahsen-i takvim/en güzel oluşum” der. O halde ürünün adı ve tarzı ortaya çıkmıştır: Hayatın bizzat kendisi. Hayat, bilindiği üzere dirimin Arapça’daki karşılığıdır. Bu dirim, pek tabiidir ki sadece insan için bir borçlanmayı içerir; her ne kadar insan dışı varlıkların da bir hayatı ve canı olsa da. Kısacası insan dışındaki hiçbir canlı, borçlu değildir ve onlardan herhangi bir ödeme şekli ve miktarı asla talep edilmemektedir. İnsanı borçlu kılan ve bu borcunun istenmesine neden olan özellik, ona esmanın öğretilmesi, başka bir ifadeyle de ona akledebilme yetisinin verilmesidir. Bu özellik, aynı zamanda onu diğer varlıklardan ayrıcalıklı kılan en belirgin noktadır. Bu yüzden de eğer insan olarak yaratılmış ve fakat akliyet konusunda bir zafiyet taşıyorsa bu, onun sorumlu olmadığı anlamına gelir. Onun için bir alacak-verecek meselesi yoktur.

Bu durumda ürünün adı da ödeme şekli de belirginleşmiş olur: Akledebilme yetisi ile verilen bir hayat, kişi için bir borçtur ve ödeme şekli de bizzat o yetinin kullanılarak oluşturulacağı adalettir. Adalet kavramını buraya hemen sokuşturmamızdaki asıl neden, siyasal bir argüman olarak sıkça kullanılması ve çokça hasret çekilmesinden değildir. Zira bu bir sonuçtur. Adalet kavramı, Kur’ani ifadeyle en başta yaratılışın kendisine matuf olarak kullanılan üst bir değerdir. İnsanın adalet üzere yaratıldığını söyler Kur’an. Bu, alış-veriş konusunda gündeme getirilen akliyetin verilmesi ile sorumluluğun yerine getirilme isteğini doğuran ticarete de uygundur. Kısaca yapılan alışverişte bir kusur ve yanlışlık yoktur. Her şey adil bir şekilde oluşmuştur. O halde başlangıçta var olan adalet, devamında da hakkıyla yerine getirilmelidir. Taraftarlardan her kim bu anlaşmaya sadık kalmazsa hem kendine hem de karşısındakine zulmetmiş olur.

Hemen şu soru sorulabilir: Tamam, tüm bunlar anlaşılabilir ve kabul görebilir de neden insanlar yaratılırken borçlu olarak hissettiriliyor ve bu yükümlülükle hayata devam ettiriliyor?

Aslında bu can alıcı soruya verilecek cevap, hem insanın kendini bir kul ve bir borçlu olarak nasıl gördüğü ile bir Rab ve bir alacaklı olarak Tanrı’yı nasıl kabul ettiğini göstermesi, kısacası din algısının ortaya çıkması bakımından oldukça önemlidir. Eğer bu borç, varlığı bir bütün olarak görme eğiliminden uzak bir şekilde ele alınırsa bu ticaretin yani alış-verişin kendisi de gayet sıradan bir biçimde senet pozisyonuna dönüşür. Doğal olarak da senet günü geldiğinde borcunu ödeyen kişi, yükümlülükten kurtulmuş olur. Bu meyanda din denilen anlayış biçimi de tıpkı bu ticari anlaşma gibi bir kanun ve nizam haline gelir ki bu, hayattan kopukluğun adıdır zira varlık, hayat gibi parçalanmış ve dağılmıştır. İsteyen böyle görür ve zaten de böyle görenler hep olmuştur, olacaktır da hem de kahir ekseriyetle. O halde böylesi bir anlayış bizatihi dindar çevrelerce kabul edilmekteyse sekülerlik denilen, varlığı birbirinden tamamen ayrıştırma ve asla bağdaştıramama biçimine kim ve neden itiraz etmektedir? Kanaatimce asıl sekülerlik budur ve bu ayrıştırma bizzat dindar çevrelerce yapılmaktadır.

Ancak hayatı, “varlık”ın bir diğer adı olarak birlik ve bütünlük içinde alan kişi, ticari anlaşmada alacak ve vereceklinin aynı konumda olduğunu fark edecektir. Bu ticarette iki kişi yoktur. Dolayısıyla borçlanma; birinin diğerine değil, birinin kendisiyle hesaplaşma serüveni olarak karşımıza çıkar. Burada çok önemli bir vurguya işaret ettiğimizin farkına varılmasını istemekteyiz. Zira bu ticarete nasıl bakıyorsak hayatı da onu var edeni de öyle algılarız. Haliyle din algısı ve yaşamı da bu düzlem üzerinden yürüyecek, kendini gösterecektir. Hatta dine çağırma modeli de bu kişisel borçlanmaya dahil edilmekten başkası olmayacaktır.

Bu meyanda birlik ve bütünlük konusuna tekrar dönecek olursak kestirmeden giderek, aslında borçlu da biziz alacaklı da biziz hatta borç da biziz ödeme de biziz,  diyebiliriz. Bu çetrefilli konuda ilk soru, “Tanrı bunun neresinde?” olacaktır. İşte bamteli de tam burada yatmaktadır. Tanrı zaten bir zat olmadığı, bu ticari ilişkide taraflardan biri konumuna asla indirgenemeyeceği için “Her yerdedir.” diyebiliriz. Daha da ileri giderek “Bizatihi kendisidir.” demek, aslında daha uygundur. Tanrı hayat veren değil, hayatın bizzat kendisi; var eden değil, varlık’ın bizzat kendisi olarak algılandığında hem teşbih hem de tenzih makamı aynı anda gösterilmiş olur. Bu anlamda din vazeden bir Tanrı yerine dinin bizzat kendisi olan bir Tanrı anlayışı daha sağlıklı görülmektedir. Bu şekilde bir algı biçimi, başta din ile Tanrı arasında olmak üzere, sonrasında da din ve hayatın ayrı ayrı biçimde gösterilerek parçalanmaya asla zemin sağlamayacağı gibi bu sayede dinin bizzat kendisi içerisindeki bir ayrıştırılmanın önüne de erkenden geçilmiş olur. Bu yüzdendir ki Allah, insanları sırat-ı müstakime çağırırken bizzat kendisinin de o yol üzerinde olduğunu söyler. Yine bu bakış açısından olsa gerek ondan gelip yine ona dönmekten başka yol ve yordam yoktur. Bu ifade az önce de dillendirdiğimiz şekliyle ele alındığında onun, aslında bizzat yolun ta kendisi olduğu kanaatine varmamıza zemin sağlar.

Kur’an’nın böylesi bir konuyu dillendirirken alış-veriş düzleminde bir ifadeler demeti kullanmasının sebebi, insanların ticaret anlayışının ve hacminin farklılığına işaret etmek için olsa gerektir. Öyle ya, kimileri için bu betimlemeler oldukça somut bir düzlemde ve reel bir şekilde görülmektedir. Haliyle ahiretteki hesap, mizan ve mükafat meselesi de bu düzlemde ele alınmaktadır. Hz. Ali’nin ifadesiyle “tüccar imanı” tam da budur. Malum olduğu üzere bir karşılık olacaktır elbet, durum ne olursa olsun ama bu karşılık umulanla ne kadar paralellik sağlayacaktır, işte orası şimdilik meçhul. Ancak özellikle şu ayete bakıldığında bu tür ifadelerin kullanım maksadı ile ne anlam sağladıkları konusu daha da belirginleşecektir: “Allah, cennet karşılığında mallarınız ve canlarınızı satın almıştır.” Şimdi can alıcı başka bir soruyu soralım: Mal da can da sonuçta onunsa Allah, kendi verdiğine karşılık neyi, kimden satın almakta ve kime ne için borçlanmaktadır?

Tüm bunlar dinin, aslında insanın akledebilmesiyle doğru orantılı bir şekilde kişinin kendisinin var ettiği ve kendi namı ile hesabına serdettiği gidişatın adı olarak karşımıza çıkar. Bu anlamda din; vazedilen değil, yaşanan; statik bir düzlemin değil, dinamik bir sürecin adıdır. Din, hayatın asli yapısı gereği içindeki tüm varlıkların devinimi ve değişimi gibi kendi içinde sürekli evrilmekte ve gelişmektedir. Kişinin hayata bakış açısı nasılsa dini de o konumdadır. En baştaki ifademize dönelim: Din, hayatın kendisi olduğuna göre hayatı, tüm eczasıyla bir bütün içinde ve bu bütünlüğü de dinamik bir süreçte gören kişi, dine de öyle bakıyor demektir. Hayatı ve dolayısıyla varlık’ı parçalayan kişi, dine de parçacı bir bakış sergiliyor demektir. Akletmek, aslında tam da hayatı birlik ve bütünlük çerçevesinde, devinim ve değişim içinde olduğunu fark etmek demektir. Akletmenin bağlamak olduğunu hatırladığımızda bu semantik çerçevede bize en yakın gelecek kelime, hiç kuşkusuz akittir. Akit de düğümlemek demektir. Bağlamları fark eden kişi, kendi için bunları düğümler. Diğer bir deyişle akleden kişi akdeder. Kişinin dini, işte bu akletme biçimine ve bu akletmeyle oluşturacağı akde bağlıdır. Akit kelimesinin, sosyal çerçevede ilişki biçimlerine bağlı olarak geliştirilen bir ifade olduğunu biliyoruz. Hepimizin bildiği ve kabullendiği üzere akit, iki kişi tarafından bir anlaşmaya bağlı olarak yapılır. Anlaşmaya bağlı kalmayan ise akdine muhalif hareket etmiş olur. Bu meyanda akit, bağlayıcı bir unsur taşır. Din de bir borçlanma olduğuna göre, akit de bu alış-veriş sırasında yapılan mutabakatın adıdır. Bundan dolayı da rahatlıkla, din bir akittir, denebilir. Akdi yapan ise hiç şüphesiz akletme biçimidir zira akletmek, az önce de belirttiğimiz gibi bağlamaktır. Din ile akletmenin, akletme ile akidin arasındaki anlam ilişkisi böylece net bir biçimde ortaya çıkar. Buna göre akletmeyen kişinin akdi yoktur, dini de olmayacaktır. Lakin bu akletmeme ifadesi, bir yeteneksizlik olarak değerlendirilmemelidir. Bu durum, var olan bir yetinin doğru düzgün kullanılmaması anlamında beceriksizliğin adı olarak kalmalıdır. Bu yüzden de Kur’an, aklı bir cevher olarak asla almadığı gibi az ya da çok, doğru ya da yanlış bir akletme ediminden de asla bahsetmez. Kur’an’da 49 yerde geçen a-k-l kelimesi, her yerde fiil olarak geçer; bu bir. Akletme fiilini de dercelendirme yapmadan kullanır, bu da iki. Buradan hareketle Kur’an’da akıl yok akletme vardır ve insanları da akledenlerle akletmeyenler şeklinde ikiye ayırır, diyebiliriz. Bu detaylar bize, akletmenin aslında bir süreç ve aynı zaman da çoğulluk arz eden bir eylem olduğunu haber verir. Az önce akletmenin din ve akit arasındaki kopmaz ilişkisine değinmiştik. O halde din de diğer bir isimle akit de bir süreç içindedir ve tamamen toplumsal bir alan içerir. Hayatın tüm alanlarında, toplumun her katmanında var olan bu algı, varlık’ın birlik ve bütünlüğünün en belirgin göstergesidir. Yine varlıktan asla ayırt edilemez bir biçimde ele alınması gereken bilginin parçalanmazlığına da delalet eder. Madem din hayattır, o halde varlık’ın parçalanmazlığı gibi bir bütünlük arz eder. Yine aynı şekilde madem din bir akletme ve akdetmedir, o halde bilginin ayrıştırılamaması gibi birlik arz eder.        

Gelin bu konuyu şöyle noktalayalım: Din, akleden insanın elde ettiği ilimle akit yaptığı bir hesaplaşma/sorumluluk biçimidir. Bu süreç, kişinin akıl-baliğ olmasıyla başlar ve bu yetisi ile yeteneğinin son kullanım tarihi bitene kadar devam eder. Bunu kendi elleriyle ve yine kendisi için yapmaktadır aslında. Zira bu, kendisini diğer varlıklardan ayıran –dikkat, ayrıştıran değil- özelliği sebebiyle kendisini fark etmesini doğurur. Bu bir zorlama değildir, kendisini zorlayan da yoktur. Dinde zorlama yoktur, ayeti aslında tam da bunu söyler. Çünkü ne şekilde algılar ve yaşarsa yaşasın, ister akletsin ister akletmesin, sonuçta bir akdi ve buna bağlı olarak bir dini olacaktır. Her halükarda bir tercih yaparak bir alacak-verecek ilişkisine girecektir. Rüşd ile gayy, hak ile batıl, iman ile küfür… bir tercih sebebiyle her zaman var olacak; tüm borçlanmalar buna göre yapılacak ve ödemeler de buna göre gerçekleşecektir. Borç ve ödemenin bizzat kendisi gibi borçlu ve alacaklı olanın yine insanın kendisi olduğuna göre; kendisi kendisine, kendinden ve kendince yaşamaktan başka seçeneği var mıdır?

Devam edeceğiz…   

            

   

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.