“Düşmanlarından nefret etme! Muhakemeni etkiler.”
Bu replik, Francis Ford Coppola’nın çevirdiği Baba serisinin üçüncüsünde geçer. Bir mafya babası olan Michael Corleone (Al Pacino) haşarı yeğeni Vincent’e (Andy Garcia) öğüt verir bu sözle. Hayran olduğum sahnedir. Filmin senaristi Mario Puzo; kin ve öfkenin, idrak ve muhakemeyi acze düşüren azılı bir düşman olduğuna işaret eder.
Müzmin saplantılarından kurtulamayanlar hala klasik refleksleriyle hareket ederek; “Darbeyi Erdoğan yaptırdı.” diyebiliyor. Akla ziyan bir durum. Hiç kimse bu kadar büyük bir tiyatroyu tek başına tertip edemez. Ve yine hiç kimse kendisini başkası için bu kadar büyük bir ateşin içine atmaz. Nereden bakarsanız bakın, deli saçmasından ibaret olan bu sözün tutulacak hiç bir tarafı yok. Allah buna inanmak isteyenlere acısın. Ayrıca bunu hala dillendirenlere de dürüst bir düşünme kabiliyeti ihsan etsin.
Darbeyi yapanlar burada. Darbeyi yaptıranların ise nerede oldukları belli. Bunlar gözümüzün önündeki gerçekler. Ama cevaplandırılması gereken başka bir soru var ortada: Acaba ordunun içinde yuvalanmış bu cuntayı darbeye zorlayan neydi? Kendilerine paralel denenler niçin bu kadar riskli bir maceraya atıldılar gözlerini bile kırpmadan? Bence onun cevabını aramak gerekiyor şimdi. Darbe öncesindeki gelişmeler ışığında olayın izini sürelim hep beraber. Ve öncelikle cuntacılar açısından bakalım meseleye.
Birkaç ay öncesinden başladı haberler kamuoyuna servis edilmeye. Özellikle de iktidara yakın gazetelerden, internetteki haber sitelerinden yayıldı FETÖ’cü subayların Yüksek Askeri Şura’da tasfiye edileceklerine ilişkin haberler. Tasfiyenin çok kapsamlı olacağı da vurgulandı sürekli olarak. Halk yoğun bir şekilde enforme edildi konu hakkında.
Ortalıkta gezen bu haberler, birileri için sonun yaklaştığını gösteriyordu. Çanların kimin için çaldığı belliydi. Görmezden gelmek, sağır kalmak imkânsızdı. Hükümet, paralel yapının asker içindeki uzantılarını deşifre etmişti. Demek ki kimin ne olduğu biliniyordu. Kılıcın ucunun kendilerine dokunacağını anlayanlar, fazlasıyla ürktüler bu durumdan. Kaybedilecek vakit yoktu. Hemen harekete geçmek lazımdı. Ağustos ayındaki şuradan sonra böyle bir harekete girişmenin imkânı da ortadan kalkacaktı. Bütün unsurlar tasfiye edilmese bile uyuyan hücrelerle ileride bunu yapabilmek daha zordu. Ancak hemen girişilecek bir teşebbüsün başarı şansı olurdu. Birileri; “Onlar bizi tasfiye edeceğine biz onları tasfiye edelim.” dedi ve hemen düğmeye bastı.
İşareti alan cuntanın harekete geçmesi hiç de zor olmadı. Cemaat tarafından zamanında kendilerine çengel atılarak devşirilen çeşitli rütbelerdeki bu subayların her biri, fakir aile çocuklarıydı. Özellikle seçilmişti bu garip gureba insanlar. Tatmin olmamış arzuları, cemaat tarafından kışkırtılmış ihtirasları vardı her birinin. Yürekleri daha yükseklere çıkmanın heyecanıyla doluydu. Tuğgeneral, tümgeneral olmanın; tümgeneral, kolordu kumandanlığına yükselmenin peşindeydi. Orgeneraller, kuvvet komutanı olmanın hesabını yapıyordu. İşte tam o sırada karşılarına Yüksek Askeri Şura çıkıyor ve topu birden saf dışı ediliyorlardı. Adeta gökkubbe başlarına çöküyordu. Bu, yenilir yutulur şey miydi?
Sadece okyanus ötesinden gelen şifreli emirlerle harekete geçmedi bu adamlar. Dizginlenemeyen ihtirasları, karşı konulamaz dürtüleri de zorladı onları bu çılgınca eyleme.
Bir de iktidar canibinden yaklaşalım meseleye. Etrafa yayılan haberlerin birilerinin moralini fena halde bozacağını ve bir deliliğe kalkışacağını acaba hükümet tahmin etmemiş midir? Bunu düşünmeyip tedbir almadıklarını söylemek safdillik olur. Hele Tayyip Erdoğan gibi kurt bir siyasetçinin kendisine göz kırpan darbeye hazırlıksız yakalanacağına inanmak zor. Şuradan önce bir darbenin olabileceği ihtimali hükümetin gündemindedir kesinlikle.
Sorulması gereken başka sorular da var: Acaba Erdoğan, bu darbe teşebbüsü olmasaydı bu kadar büyük bir tasfiyeye girişebilir miydi? Tasfiyenin sınırlarını genişleterek silahlı kuvvetler dışında devlete sızmış diğer unsurları da bunun içine katabilir miydi? Örgütün sivil bürokrasi içindeki uzantılarını da budayan daha geniş bir operasyonu göze alabilir miydi? Sayıları on binleri bulan cemaat mensuplarını devletten temizlemeye kalktığında, tehdidin farkında olmayan kesimlerin buna tepkisi ne olurdu? Halk böyle bir operasyonu nasıl karşılar, içine sindirip tolere edebilir miydi?
Ülkeyi paralellerden arındırma operasyonunun eğitim kurumlarına kadar uzanması sadece çalışanları değil, öğrenci ve velileri de rahatsız ederdi şüphesiz. Bir anda on beş üniversitenin ve yüzlerce ilk ve orta öğretim kurumunun kapısına kilit vurulması, olağan şartlarda toplumsal muhalefetin sesini adamakıllı yükseltirdi.
Daha birkaç ay önce Ahmet Davutoğlu başbakanlıktan ayrılırken geçici bir gönül kırıklığı yaşayan AKP tabanının bile bu duruma olumlu bakabileceğini sanmıyorum. Geniş çaplı bir tasfiyenin parti tabanında dahi anlayışla karşılanabilmesi pek mümkün değildi. Atatürk gibi sözü kanuna eş bir lider bile Takrir-i Sükûn Kanunu’nu ancak Şeyh Sait İsyanından sonra çıkarabilmiştir.
Ya muhalefetin tutumu nasıl olurdu böyle bir ortamda? Hükümetin her icraatını yaylım ateşine tutan, ak dediğine kara demekten başka fonksiyonu olmayan, iktidar umudu kalmadığı için de iyice hırçınlaşan ana muhalefet partisi ne yapardı acaba o zaman? 15 Temmuz’dan sonra Taksim Meydanı’nda darbe girişimini protesto mitingi düzenleyen CHP, aynı meydanda bu sefer hükümetin keyfi tasarruflarını tel’in mitingi düzenlerdi hiç şüphesiz. Bu durum iktidarla muhalefetin arasını daha da açar, mağdur(!) kitlenin başını çektiği toplumsal muhalefetin de buna katılmasıyla birlikte, yeni gezi parkı eylemlerinin önü açılırdı.
Can Dündar gözaltına alındığında kıyameti koparan, o geceden sonra ise sessizce yeraltına çekilen taife ne yapardı peki? Koro halinde gök kubbeyi inletmezler miydi? Halk bile zaman ilerledikçe bunun bir cadı avına dönüşmekte olduğu fikrinde birleşmez miydi? Birileri çıkıp; “Türkiye’de McCarthy’cilik hortladı.” demez miydi? Olağan şartlarda böyle bir işe girişmek çok zordu. Hükümetin attığı her adımda sorgulanacağı ve sürekli bir meşruiyet krizi yaşayacağı belliydi. Kamuoyu desteğine yaslanmadan böyle bir işe kalkışmanın hem hükümete hem de ülkeye ödeteceği bedel ağır olurdu. Hükümet ne OHAL ilan edebilir ne de böylesine kapsamlı bir tasfiye hareketini yürütebilirdi. Devletin kılcal damarlarına kadar sirayet eden bu kanserli hücreyi, bünyeden kazıyabilmek için olağanüstü şartlara ve bir milli mutabakata ihtiyaç vardı.
15 Temmuz çılgınlığı bu olağanüstü şartları oluşturdu. O akşam millete yaşatılan travma ve akabinde ortaya çıkan infaz listeleri durumun vahametini gözler önüne serdi ve örgüte vurulacak neşterin kaçınılmaz olduğunu gösterdi.
Son darbe teşebbüsü kimseye söyleyecek söz bırakmadı. Şimdi hiç kimse bu tasfiye operasyonuna “Hayır.” diyebilecek durumda değil. Kimse tehdidi küçümseyebilecek kadar kendisini haklı görmüyor. Hele darbecileri azıcık bile olsa mazur gösterebilecek ifadeler, kimsenin iki dudağı arasından çıkmıyor. Toplumda bir konsensüs oluşmuş durumda. Kalben buna iştirak etmeyen, menfaatlerine aykırı bulanlar bile bu konsensüsün dışında kalmayı kendileri açısından riskli görüyor. Çünkü neticede sakıncalı vatandaş durumuna düşmek tehlikesi var.
Takke düşüp kel göründükten sonra birkaç çatlak ses dışında kamuoyunun tepkisinden çekinen herkes ağzına fermuar çekti. O çatlak seslerden hiçbiri de darbeyi haklı bulmuyor. Sadece Erdoğan’ın, halkı meydanlara davet etmesini yadırgadıklarını ifade edip olayı daha hissi bir zemine çekerek puan toplamaya çalışıyorlar.
15 Temmuz akşamı yaşananlar, hükümeti mayınlı arazide sürünmekten kurtarıp dikensiz gül bahçesine taşıdı. Hükümet o geceden sonra inisiyatifi ele geçirdi. Artık çok daha yüksek bir hareket kabiliyetine, kanun çıkartma ve yetki kullanma şansına sahip. Eli fazlasıyla genişledi.
Darbe teşebbüsü, hükümete sadece altın bir fırsat sunmadı, aynı zamanda ordu içerisindeki paralellerin daha kesin çizgilerle teşhis edilmesinin de yolunu açtı. Tehlikenin büyüklüğü ve bu yapının nerelere kadar uzandığı ancak o gece fark edildi. Kimin aklına gelirdi bunların devletin tepe noktasındaki şahısların en mahremine kadar sokulacakları. Genel Kurmay Başkanı ile İkinci Başkanın emir subaylarının onların adamı olduğu. Genelkurmay Başkanı’nın odasının, yerleştirilen böceklerle yıllardan beri dinlendiği. Ya bir AKP milletvekilinin kardeşinin paralel olmasına ne buyrulur? Hiç ihtimal verilir miydi böyle bir şeye? Cumhurbaşkanı yaverinin bile bu karanlık yapının bir parçası olduğu ancak o gece kendisini açık etmesiyle ortaya çıktı.
Bu darbe teşebbüsü olmasaydı da YAŞ’ta birçok subay emekli edilecekti. Ama uyuyan hücrelere ulaşmak, tehdidi bütünüyle algılayıp bertaraf edebilmek mümkün olmazdı. Uyuyan hücreler zaman içinde yeni tehdit alanları oluşturabilirdi.
Darbenin önceden haber alındığı için teşebbüsün altı saat erkene çekildiği ve bu yüzden de sabah yapılacakken akşam gerçekleştiği iddiası bu noktada önem kazanıyor. Hükümet ordu içindeki cuntanın darbeye kalkışabileceğine ihtimal verdiği için tetikte beklemektedir. Cunta içinde bir Truva atına sahip olmasa bile, garnizon ve askeri üslerdeki gelişmeleri dikkatle takip etmektedir. Nitekim Ankara’daki Akıncı Hava Üssü’nde, o gün öğleden sonra yaşanan bazı olağandışı durumlar, darbe başlamadan önce ilgili makamların dikkatini çekmiştir.
“Darbeyi Cumhurbaşkanı planladı.” gibisinden gülünç iddialara sarılanlara ancak şu söylenebilir: Aç kalan farenin geceleyin bir yolunu bulup kilere gireceğini tahmin eden ev sahibi gündüzden kapanı kurar. Başka şansının kalmadığını gören fare de bulduğu delikten kilere girer ve kapana yakalanır. Darbe teşebbüsünün başarısız olmasına gizliden gizliye üzülen ve onu bile Cumhurbaşkanı’nın üzerine yıkmaya çalışanların sığınabilecekleri en masum yorum budur bence. Bu da iktidar açısından son derece meşru ve yerinde bir tasarruftur. Gerisi lâf ü güzâftır.
Artık daha büyük bir temizlik yapma imkânına kavuşulmuştur. Devlet, varlığını kemiren bu haşeratları vakit kaybetmeden temizlemelidir. Sadece temizlemekle kalmamalı, köküne kibrit suyu da dökmelidir. İleride de bu tür yapılanmaların oluşmaması için gerekli tedbirler alınmalıdır. Sadece askeri okullara değil, bütün devlet okullarına girişte daha objektif kriterlerin geçerli olması gerekmektedir. Sonuçları ağır, maliyeti yüksek tecrübe, bizi artık bu gerçekle yüzleştirmelidir.