“Alak”tan halk olunan insan!
Alâkalarıyla büyüyor, alâkalarıyla anlam kazanıyor, alâkalarıyla değer kaybediyor, alâkalarına kavuşursa mutlu, kavuşamazsa hüsran ehli…
Her “alâka”, bir “fark”a bağlanma, her alâka kendindeki cüz’î öze ilâve bir değer katma çabası…
Her alâka yeni bir bağ tesis ediş, her alâka bir başka tecelli alanına teveccüh etmek.
…
İnsan alâka varlığı vesselâm.
Değeri de değersizliği de alâkasına bağlı.
Eski pederşah velîler, “İnsanın değeri himmetiyle ölçülür” derler.
Vaktini, enerjisini, ruhundaki toplama istidadını nerelere, kimlere, nelere tahsis ediyorsa, kendindeki “değer” de o yönelişlerdeki nisbet ve kendini verişleri kadar ve o şeyler bağlamında…
Muhabbeti yer ehline olan güneşi görür mü? Güneşi bilen karanlığa, kandile kanar mı?
*
Kimseyi kınamamak lazım. Kınamak, o kınanan “hal”e müşteri olmak, yani bir tür alâkalanış.
Nefretin sakladığı aşklardan söz edilir, bilirsiniz.
Nefret de kınama gibi!
O nefret objelerine duyulan saklı ilgilere, yani vurgulama kelimemizle deyiverelim “alâka”ya delalet. Nefretteki, öfkedeki kuvvetli alâkaya bir bakın isterseniz.
İlgilerimizin rengi, tonu, şiddeti, mahiyeti; ulaşmaya çalıştığımız “kişiliğin” müstakbel elemanları, ön işaretleri.
Yöneliş ve bağlılıklar…
“Başıma bu şey de nereden çıktı?”ların cevapları onlar.
“Talebin neyse osun sen!”…