“Cehennem dediğin firkatten ve hicrandan başka nedir ki!”
Gönlüme baktım. Cehennemime. Firkat ormanlarından getirdiğim hicran odunlarıyla harladığım cehennemime. Baktım.
İçimin efsunlu ormanlarında ne ile karşılaşacağını bilmiyorum. Bana hakikatli bir firkat ve merhametli bir hicran ver. Ver ki plastik kozamın içinden gerçekçi bir hayat çıkarabileyim.
Aysima.
Yürüyoruz. Gizli sancımı fark etmemesi için çaba harcıyorum.
Şurda bir çay içelim.
Orda bir çay içiyoruz.
Bir. İki. Üç. Dört…
Bunlar komik değil, diyor. Her şey her şeye çok benziyor, diyorum.
Yaralarımıza kapanıyoruz. Susarak.
Tedirginim, diyor. Damarlarına kahverengi/sarı ölüm yürüyen bir yaprak gibiyim, diyor; zaman, avuçlarında ufaladı ufalayacak beni.
Tedirgin olma Aysima, diyorum.
Niye tedirgin olmasın Aysima?
Çünkü ben burdayım.
Beni de tedirgin eden zaten bu, diyor; bu sabah sancınla mı uyandın, hep burdaymış ve hiç geçmeyecekmiş gibi olan sancınla?
Ben cennette bile rahat bırakmadığım bir melek tanıdım. Hadi şu heyecanı öldür, diyor melek. Doktor, meleğe hak veriyor. Heyecan ve hareket katili birkaç hap. Evet, sancı hafifliyor ama bende değil, ilacın yarattığı bende. Acaba, diyorum, acaba ben nasılım?