Yolculuk, dedin mi bana hemen darallar basar, evden ayrılacak olmanın sıkıntısı sarar.
Güneş burcum Boğa’dadır, belki ondandır; bir tarafım çok sabittir, yerinde durur. Tabiri caizse tembeldir, eve çok bağlıdır.
Öğrenmem gerekenlerin hepsi de ay burcumda, Terazi’dedir.
Her şeyde dengeyi bilmem, dengeyi dengesizliklerimden öğrenmemdir.
Romanya’ya gitmeden önce de içimde bir yandan evden ayrılmanın hüznü; diğer yanda, nasıl bir şehir ki acaba, merakı çarpışıp durdu.
Sevgi harekettir demiş İbn-i Ârabî.
Biz de dinledik sözünü.
Kaldığımız otel, şehrin o kadar merkezindeydi ki bendeniz, yürü ya gezgin, fırsatı değerlendirdi.
Şehri bilmenin yolu, onu yürümekten geçer.
Tıpkı kendine yürür gibi yürür insan.
Tanımak için tanıklığında kalır.
Yollar, sokaklar geçerken sen adım adım, g’özünle gördüklerini kaydedersin.
Aslında şehri sevdiren, ne binaları ne insanları ne parkları bahçeleri
Ne balkonları ne de geniş yolları…
Şehrin her yerine yayılmış küf kokusunun adeta içine sindirdiği bir kimliğe sahip olması.
Binalarında tarih kokuyor, yıksalar bile ana temeli ve duvarlarını sabit bırakıyorlar, üzerine giydirdikleri yeni binalar, restorasyona tâbi tutulan görüntü hep o tarihe bağlı.
Bir de başka tür bir restorasyonu var ki biz de göremeyeceğiniz ve benim de en çok sevdiğim o oldu:
Binanın ön cephesine eski kimliği ile giriyorsunuz, tarihi doku sizi sarıveriyor, hemen arka tarafı ise yepyeni, modern bir tarzla inşaa edilmiş.
Sizi bir anda çarpıyor bu, eski ve yeninin birleşimi.
Ülkenin devrik diktatörünün bin odalı sarayı, turistlerin gezi mekânı olmuş artık. Saray yalnızca dört odasını gezmiş olmama rağmen, yaptıranın kişiliğine dair size hemen bir şeyler fısıldıyor.
Toplamda 10 yılda bitirilen sarayın, 3 katlı bir binaya eşit olan yükseklikteki duvarları, pentagondan sonra dünyadaki ikinci büyük olan, kapladığı alan, metrelerce kullanılan perdeler, odalarına girince hissettiğiniz ihtişam, balkonuna çıkınca şehrin ayaklarınızın altında olması asla doyurulamayacak olduğunu bildiğiniz bir hırsın yansımaları.
İnsanları derseniz görünüşleri biraz Slav/Alman biraz Türk yansımalı çünkü hem Rus hem Osmanlı etkisinde geçmiş yılları.
Balkanlar’da kendisini etnik olarak Pomak, Boşnak, Arnavut, Tobeş, Goran olarak adlandıran, bununla birlikte dinsel kimliği Müslüman olan ve kendine Türk diyen, yani kendine kimliksel aidiyet olarak Türklüğü seçen çok yoğun bir nüfus var. Bir de 1990’lardan sonra ülkeye göçmen olarak gelen Türkler var elbette, şehri gezerken kendinizi bir anda İstanbul’da hissetmenize sebep olan dükkânların sahipleri.
Sokakları geniş, parkları yemyeşil.
Ne var ki çok sıklıkla karşılaştığınız bir manzara da evsizler ve tinerciler.
Bu görüntü için şehirden uzaklaşmanız ve ara sokaklara girmeniz de gerekmiyor, ana caddede giderken birden bire karşılaşıyorsunuz onlarla. Caddenin bir yanı casinolu oteller, marka mağazalar; diğer yanı yıkık dökük tarihi binalar ve oraları mesken tutmuş insanlarla dolu.
Devrimden sonra belki özgürlükleri artmış ama kapitalizmin soğuk eli özelleştirmelerin çirkin baskısı ellerinden almış o özgürlüklerini.
Sevdiğim bir dostum demişti ki ahir zamanda, değişmeyen sanırım ahiret.
Her şey değişiyor, ihtişam görüntüde kalıyor ve saklıyor basit olanı.
Ve siz
Basit olanın derinliğine şaşırıp kalıyorsunuz ve gizli hikmeti sezinliyorsunuz kalbinizle.
Ve artık
Keyfiyetin bilir
Neşen seçer
Bu da geçer ya Hû!