Düşünce tarihinde kutsalı algılama şekli, dört farklı yaklaşımı beraberinde getirmiştir. Bu durum, hiç kuşkusuz, Tanrı tasavvurlarında ortaya çıkan farklılıktan kaynaklanmaktadır. Bu dört eğilimi kısaca şöyle sıralayabiliriz:
1- Her şey kutsaldır.
2- Kutsallık yalnızca Tanrı’ya has bir özelliktir. Tanrı’dan başka hiçbir şey kutsal değildir.
3- Tanrı’nın işaret etmesi sebebiyle kimi şeyler kutsal olarak kabul edilmelidir.
4- Tanrı dâhil hiçbir şey kutsal değildir. Haddi zatında kutsal(lık) diye bir şey yoktur.
Bu dört farklı algılama şeklini açıklamaya sondan başlarsak kutsal olmayan hiçbir şeyin
olmadığı iddiasının, gerek kültürel tarih açısından gerek insan zihninin düşünme faaliyeti bakımından herhangi bir dayanağının olmadığını belirtebiliriz. Bu iddia esas alınırsa farklı zaman ve mekânlarda, farklı kişilerce, farklı tiplemelere atfedilen kutsallığı bütünüyle “yok” sayma, tarihte bir vakıa olarak kabul edilse bile gerçekte bütün bunları “hiçleştirme” konumuna getirilmiş olunur.
Modern Dönemde Kutsal Anlayışı
Kadîm medeniyetlerdeki mitik öğretilerden dinî düşüncelere / tasavvurlara kadar tüm inanç
sistemlerinde kutsalı görmek mümkündür. Kutsalın, “ilkel” dönemlere ve zihinlere ait tarihsel bir vakıa olarak görülme eğilimi, modern düşünceyle gelişen bir yaklaşım şeklidir. Bu yaklaşım, kutsalı, bütünüyle tarihten ve zihinden silme iddiasını da taşımaktadır. Her ne kadar, kimilerinin, modern dönemin de kendine ait kutsalını oluşturduğu şeklinde açıklamaları kulaklarda çınlıyorsa da gerçekte modern dönem, kutsalın olmadığı bir dönemdir. Bu tür açıklamalar, kutsaldan asla vazgeçilemeyeceği, karşı çıkılsa da sonuçta kendisine bir kutsallık oluşturacağı bağlamında iyimser bir yön taşır. Modern dönemin bu durumunu paradoks olarak nitelendiren bu iyimser yaklaşım, onu, bir şekilde kutsal içinde tutma zehabından hareketle farkına varmadan kutsalın içinin boşaltılmasına ve tam da modernitenin istediği biçimde kutsalın, tarihten ve zihinden silinme çabasına, üstü örtük bir biçimde hizmet etmektedir. Hangi zamanda ve zeminde ne tür bir kutsal tiplemesini göz önüne getirirsek getirelim, nihaî olarak varacağımız nokta, “kutsal”ın ilahî bir yön taşıması ve bununla kozmik bir düzen amaçlanmasıdır. Modern dönem, Tanrı’nın gündelik hayatımızdan çekilip en fazla bir postula olarak zihinlerde yer ettirilmek istenilen seküler bir nitelik arz ettiği için bu döneme ait herhangi bir nesneye kutsallık atfetmek, anakronizmden başkası olmayacaktır. İnançlı kesimin kutsal sıfatıyla öne sürdükleri kitaplarının, kutsaldan arındırılarak bilimsel bir makaleye ya da tarihsel bir materyale dönüştürülmesinin nedeni, modern düşüncenin bir uzantısından başkası değildir. Üzücü olan, bu işin bizzat “Kitab”ın müntesiplerince gerçekleştirilmek istenmesi ve gayret edilmesidir.
Mitolojilerle ilgilenenler şunu hemen fark edeceklerdir: Mitik düşünce, kutsalın tezahürüdür. Orada anlatılanlar, tarihi bir malzeme olarak değerlendirilmez. Bu açıdan da tarihi verilerle kıyaslanamaz. Aynı şekilde edebî birer metin olarak da telakki edilemeyeceği için efsanelerle, destanlarla, masallarla ve öykülerle aynı potada değerlendirilmeye tabi tutulamaz. Bu söylem, mitolojilerde anlatılanların gerçeklikle ya da edebiyatla ilgilerinin olmadığı anlamını çağrıştırmamalıdır. Bu tür anlatımlar, kişinin ve toplumun, büyük varlık zinciri olarak tanımlanan Tanrı-Kâinat-İnsan tasavvurlarını gözler önüne serer. Mit kelimesinin, kimi zihinlerde rahatsızlık uyandırması ve mitik düşüncenin, dinden dolayısıyla dinin kutsallık içeren kitaplarından uzak bir algılama içinde tutulmalarının yegâne sebebi, modern düşüncenin mit’e verdiği anlamdan neşet etmektedir. Kutsal kitapları mitlerden arındırma düşüncesi, mitleri hurafe yığını olarak gösteren modern düşünceyle uyum içinde kalınarak Kutsal Kitab’ı aklama adına, kutsalın kendisinden arındırılıp anlatının sadece kitaba dönüştürülmesine hizmet etmekten öteye bir yol almaz. Günümüzde gerek Kur’an için gerek diğer kutsal kitaplar için kimi teologların / ilahiyatçıların kutsal kitabı mitten arındırma çabası, her ne kadar modernitenin içinde farklı bir yol arayışı gibi gözükse de gerçekte bu durum, rasyonel teolojinin bir dayatmasından başkası değildir. Bu çaba, dil ile düşüncenin sınırlarını birleştirme amacındadır. Bir başka ifadeyle, aşkın Tanrı düşüncesini ve kutsal(lık) anlayışını, dil yoluyla bertaraf etme çabasıdır.
Rasyonel teoloji paradigması içinde rasyonel tahakküm, insanın var olma macerasında Tanrı’yı idrak etme / tecrübe etme düşüncesinden ziyade akla aykırı olmayan rasyonel bir inanç önermesi ortaya koyar. Yine insanın, doğal aklının erdemiyle bunlara ulaşılabileceği düşünülür. Dahası onlar, bir yandan, “akıl dini”ni oluşturmaya çalışırken öte yandan da eski “tarihsel din”i, Kutsal Kitab’ı, eleştirerek doğal olarak rasyonel bir din ortaya çıkarmıştır.” Tabii ki burada bahsedilen akıl, Kur’an’ın “Akletmez misiniz?” ya da “Ancak akledenler bilir.” şeklinde konu edindiği akıldan ziyade aydınlanmayla birlikte oluşan seküler akıldır. Bütünü parçalayan ve parçaları birbirine tezatlık teşkil ettiren, aslında “akletmeyen” akıldır.
Kutsal Olanlar ve Olmayanlar
Tanrı’nın kutsal olup ancak kimi şeylere, o da yalnızca Tanrı tarafından kutsallık hasredilmesi iddiasını taşıyan üçüncü yaklaşım şekli, oldukça yaygın olan bir düşünüştür. Bu düşüncenin kökeninde Tanrı’nın, kimi kişileri (peygamberler / azizler) seçip onlara birtakım özel bilgiler (vahy / ilham) aktarması inancı bulunmaktadır. Kutsal(lık)ı, Tanrı’nın seçimiyle özel kişilere ve/ya nesnelere atfeden / hasreden bu inanç şekli, kutsal olan ve olmayan gibi seküler tarzlı iki ayrımı uhdesinde barındırsa da kutsal olmayan için profan nitelemesini ortaya çıkartacak bir sonucun mümessili ya da müsebbibi olarak değerlendirilmeyebilinir. Zira bu yaklaşım şeklini savunanlar, pekâla kutsal olmayan her şeyin ille de profan olması gerekmediğini söyleyebilirler ve büyük bir oranda da haklı çıkabilirler. Zaten kutsal-profan ayrımı, modern dönemin bir damgasıdır. Modern öncesi dönemlerde de böylesi bir ayrımın bulunduğu ve bu ayrışmalarda asla seküler bir mantığın yer etmediği bilinen bir gerçektir. Kutsal olmayan ancak profan da olmayan birçok şeyin varlığını kabul eden bu yaklaşım şekline göre tüm bunların, yine ancak Tanrı tarafından seçilmiş birine, yine ancak Tanrı’nın “vahyederek” belirttiği kutsallara bağlanarak kendilerini, belirtilmiş o kutsallara nispet etmeleri gerekecektir. Yegâne kurtuluş, ancak bu kutsallara bağlanmaktan geçecektir. Kutsallar, Tanrı’nın yeryüzündeki işaretleridir. İşte bu işaretlere bağlılık ve bu işaretlerin izinden gitmek, selamete ermenin, cenneti kazanmanın yegâne adresidir. Artık bu sayede kişinin, neler yapacağını ve nasıl kurtuluşa ereceğini düşünmesine gerek yoktur. Aynı şekilde yeni işaretler aramanın da bir anlamı yoktur.
Bu anlayışa göre her şey kutsal değildir. Kutsallık özeldir. Bu kutsallığı Tanrı belirlemiş ve
peygamberlerine gönderdiği kitaplarda belirtmiştir. İlk bakışta çarpıcı görülen bu iddia, kutsalın belirli alanlarda belirli kişilere / şeylere hasredilmesi nedeniyle tarihselleştirilmesini ve tarihsileştirilmesini doğurur. Bu yaklaşım, elbette vahy ve nübüvvet anlayışıyla yakından alakalıdır ve aksi cevap, bu anlayışı doğrudan etkileyecektir. Bu etkileşimin farkında olanlar, peygamberlik ve kutsal kitapların kendi dönemine olmasa da sonrası döneme asla şans tanımamışlardır. Vahy ve nübüvvet dönemlerinde neyin kutsal olup olmadığı bu yaklaşımı savunan kişilerce farklı tiplemelere gidilmişse de sonuçta Kutsal Kitab’daki âyetler ile peygamberlerin hadislerindeki işaretler ve karineler, aynı noktada uzlaşma zemini yaratmıştır. Buradan anlaşılan, kutsalın tıpkı peygamberler ve kutsal kitaplar gibi geçmişe ait olması ve adı sanı belirli olması zorunluluğudur.
Kur’an’da, bugün inançlı insanların algıladığı biçimde kutsalı içeren bir kelime bulunmamaktadır. Elbette ki Kur’an’da “muharrem”, mukaddes”, “mübarek”, “mufaddal” kelimelerinin farklı türevleri bulunmaktadır. Ancak bu kelimeler, sanıldığı gibi kutsalı çağrıştıran bir mahiyet taşımamaktadır. Çağrıştırdı diyelim, kutsalın belirli kişiye / şeye hasredilmesini asla çağrıştırmamaktadır. Bu ifadeden yola çıkarak kutsalın hiç olmadığı anlamı çıkarılmamalıdır. Burada kastedilen, bugünkü kutsal(lık) anlayışının Kur’an’da tekabüliyetinin olmadığı, Kur’an’da karşılığını bulabileceğimiz asıl kutsiyetin de özele hasredilmemesi gerçekliğidir. Şöyle ki kutsallığın Kur’an’da olduğunu ve özel olduğunu iddia edenlerin getirdikleri örnekler, her ne kadar farklılık içerse de temelde aynı yaklaşıma yönelmelerine rağmen bu yönelişlerin, Kur’an yorumlamasında gerçek bir farklılık arz etmeyeceği ama bunun yanında asıl farklı okuma ve yorumlama biçimlerinin bu sayede göz ardı edildiği tehlikesini ortaya koyar. Bu tür yorumları, yukarda söz konusu edindiğimiz Kutsal Kitab’ın mitten arındırılarak rasyonel teoloji oluşturma gayretine düşüldüğü ve bu haliyle eleştirilen “şey”e dönüşüldüğü itirazı yapılabilir. Ancak dikkatli okuyucunun gözünden kaçırmayacağı nokta; burada anlatılmak istenenin, farklı yorumun öne çıkarılmasının değil, Kur’an’ın yorumlardan herhangi birine endekslemenin ve diğerlerini iptal ettirmenin sakıncasına işarettir. Aslında, zikrettiğimiz Kadir Gecesi için yapılan bu yorum bile kutsala karşı çıkılmasını değil, kutsalın herhangi bir zamana ve zemine sıkıştırılmayacak kadar önemli ve genel bir durum olduğuna salık verir.
Burada meseleye biraz daha yakından bakacak olursak “korunma” âyetinin Kur’an’a
hamledilmemesi gerektiği gibi Kur’an’ın içinde bahsi geçtiği iddia edilen kutsallıklar için de
geçerliliğinin altının çizilmesi gerekir. Söz gelişi Kâbe kutsaldır. Öyleyse Kur’an korundukça Kâbe de korunacaktır. Hatta bu açıdan bakıldığında Kâbe’nin korunması, Kur’an’ın korunmasından daha önemli ve önceliklidir. Zira Kâbe’nin tarih sahnesinden silinmesi, ondan bahseden Kitab’ın en azından onunla ilgili bölümlerinin anlamını yitirmesi mealinde bir çağrışım yapacaktır. Şimdi bu örneğimizi sürdürecek olursak Kâbe’nin anlamının, aslında namaz ve hac için olduğunu söyleyebiliriz. Kâbe kutsal ise, bundan müstenit korunması gereken bir şey ise onu asıl anlamlandıran, namaz ve hac ibadetleri de aynı oranda kutsal olmalı ve koruma altına alınmalıdır. Burada bu silsileyi uzatarak okuyucuyu usandırmak istemeyiz ama fark’ın farkına varabilen okuyucu, bu silsileyle özel olan kutsiyetin, genele yayılacağını kavrayacaktır. Bu durum, kutsallığın tarihselliği sorusuna kendiliğinden ve kolayca bir cevap çıkarsa da bununla birlikte kutsallığın “özel”liğinin kalmayacağı
da aşikârdır. Üstelik her ne kadar başlangıçta prim verilmemiş olunsa da kutsal olmayanın, kendisine profan denilmese bile adının ne olacağı, kutsal olmayan şeylerin kaynağını kimden aldığı, Tanrı’dan ise niçin kutsal olmadığı / olamayacağı soruları her zaman baki kalacaktır. Profan düşüncesinin ve onun için açılan yerin sebebi de hiç kuşkusuz bu tür söylemlerden geçer. Kutsalın hasredilmesi iddiasını savunanların bizzat kendileri seküler bir mantığa şiddetle karşı çıksalar ve kendilerinin onlardan farklı olduğunu ısrarla belirtseler de profan olmayan diğer durumun ne olduğu konusu hep gölgeli bir şekilde kalacak ve hiç aydınlanmayacaktır. Hatta doğrudan ve tek başına sorumluları olmasalar da kendilerinin bu konuda ve bu sayede hiçbir sorumluluklarının olmadığın söylemek de fazla iyimserlik olarak görünecektir.
Kutsalı sadece Tanrı’ya hasredip başka hiçbir şeyi kutsal kabul etmeme üzerine şekillenen bu ikinci iddia, aslında en başta diskalifiye edilen son iddia gibi bir hüküm taşır. Ne var ki bu iddianın çıkış sebebi, iki esaslı nedene dayanmaktadır. Kendisinin bu iddiayı oluşturmasında esas teşkil eden birinci neden, Tanrı’yı, herhangi birine denk tutma endişesinden kaynaklanmaktadır: Tanrı kutsalsa başka hiçbir şey kutsal olmamalı; başka hiçbir şeyin ezelî-ebedî olmayıp yalnızca Allah’ın ezelî-ebedî olması gibi. Çok şık gözüken ve ilk bakışta insanı kilitleyen bu durumun anahtarı ve çıkış yolu, aslında bizzat bu iddianın kendi boşluk ve çelişkilerindedir. Bu iddia tevhidi esas alma kaygısından hareket etse de farkına varmadan bir başka açıdan Tanrı’yı “nesne”leştirmektedir. Buradaki nesneleştirme ifadesinden kasıt, kelam disiplininde “müşebbihe” ve “mücessime” olarak adlandırılan ekollerin anlayışından elbette çok uzak ve farklı bir biçimdedir. Bizzat bu ekollere karşı çıkmasına rağmen İslam düşünce geleneğinde yaygın ve bariz bir biçimde görülen bir tasavvur kastedilmektedir. Kısacası Tanrı’ya herhangi bir isim vermek bile sonuçta aynı hataya düşülmesine zemin hazırlayacak ve bahsi geçen ‘tevhid’ düşüncesine halel getirme şanssızlığından asla kurtulmayacaktır. Üstelik mesele sadece isimlendirme meselesi de değildir. Tanrı’yı, başta insan olmak üzere varlıklardan herhangi biriyle karşılaştırmak, ilişki biçimi ve tasavvur düşüncesi nasıl olursa olsun adına öyle denilmese de hatta diyenlere karşı bir tutum takınılsa da gerçekte Tanrı’yı “şey”(leştir)mekten başkası yapılmış olunmaz. Tanrı’yı bu yüzden fert / zat olarak görmeyen kimi mütefekkirlerin ona bir isim yakıştırmaktan imtina etmelerinin sebebi, yine bu olsa gerektir. Zira isimlendirme, sınırlandırmadır. İsimlendirilen şey, isim babası tarafından ihata edilmiş ve ona hükmedilmiş demektir. Bu açıdan bakıldığında Tanrı, isimlerden bir isim değildir. Ama isimler, gündelik hayatta pratik olarak işlev sağladıkları için kullandığımız malzemeler olduğu için isme/kelimeye takılmak yerine, dilden daha öte bir anlam taşıyan düşünceye/algıya dikkat çekmek gerekir. Tabii ki dil, düşüncenin bizzat özdeşi olmasa da yansımasıdır. Dile özen göstermenin, düşünceye verilen özenden kaynaklanması da bundandır. Bu açıdan bakıldığında ise tıpkı Kur’an’ın dediği gibi ister “Rahman” denilsin, ister “Rahim” sonuçta “en güzel isimler” tabii ki “o”nundur” Ne var ki bütün bunlara rağmen “Gözler onu asla idrak edemez.” Gözün tam olarak idrak edemediğini, düşünce nasıl dile getirsin? Diyeceğim odur ki eğer Tanrı’dan başka kutsalın olması, sırf Tevhid’e halel getireceği endişesiyle öne sürülüyorsa bu neden her şeyin değil, herhangi bir şeyin kutsal sayılması için getirilmelidir. Zira burada gerçekten tevhide aykırı bir durum söz konusu olmuş olur.
Ancak eğer her şeyin kutsal olduğu düşüncesi savunulursa bu yaklaşıma karşı tevhidi getirmenin bir anlamı ve gerekliliği yoktur. Çünkü her şeyin kutsal olması iddiasının bizzat kendisi tevhid düşüncesine dayanır. Tevhidin; ekonomi ve hukuk, yönetim ve askerlik, kültür ve sanat gibi tüm oluşumlarda ve toplumun tüm katmanlarında kendini göstermesinin yegâne yoludur. “Tanrı’dan başka kutsal yoktur.” iddiası, bu nedenle ancak “Tanrı’dan başka varlık/oluşum yoktur.” iddiasıyla anlamlı ve geçerli bir değer taşır. Kutsalı algılama biçiminin, Tanrı tasavvuru ile doğrudan ilişkili/ ilintili olduğunu ve kutsalın özele hasredilmesinden ziyade genele yayılmasının, vahy ve nübüvvet anlayışına farklı bir soluk getireceğini söylememizin nedeni de işte budur. “Tanrı kutsaldır ve başka hiçbir şey kutsal değildir.” savunusu, ilk bakışta modern karşıtı bir söylem gibi gözüküyor ve bütüncül bir yaklaşım havası veriyor sanılsa da son kertede bu iddia, modern zihnin bir yansıması ve ona hizmet edicisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu iddianın kendini temellendirdiği ikinci nedene gelince tevhid düşüncesinden daha haklı ve çok daha önemli addedilen, bizim de kabul ettiğimiz bir gerekçeyle karşı karşıya kaldığımızı belirtmek isteriz. Her şeyin kutsal olamayacağı, zira bu durumda kötülük olgusunun devreye girerek ve ahlakın bir sorun yumağı halinde karşımıza çıkarak işlerin sarpa saracağı endişesini taşıyan bu esaslı neden, son olarak ele alacağımız ilk baştaki iddianın açılımıyla noktalanacaktır.
Kutsala Dönüş
Hem ikinci hem de üçüncü iddiaların birlikte eleştirdiği ortak noktaya göre her şeyi kutsal saymanın altında kötülük ve ahlak konusunun bir sorun olarak karşımıza çıkacağı kaygısı yatmaktadır. Bu cidden önemli bir sorundur. Zulüm ve küfür dizboyu iken iyi ve güzel olan şeylerin kötü ve çirkin olanlarla eşitlenerek her şeyin kutsal olduğunu iddia etmek, bir bakıma hem bu dizboyu olan kötülüğü görmemek ya da daha tehlikelisi, normal görmek zehabına kapılmasına sebebiyet verebildiği gibi iyi ve güzel olanların bizzat kendisinin değerini düşürmek anlamlarına da gelebilir.
Bu tehlikeli ve nazik durumun aşılması konusundaki en önemli adım, varlık anlayışının yeniden gözden geçirilmesidir. “Her şey kutsaldır.” ifadesi, her şeyi eşitleyen ve hele her şeyi özdeşleştiren bir önerme asla değildir. Burada yatan gerçek, aslında “her şeyin Hakk ile yaratıldığı” ve “asla bâtıl üzere yaratılmadığı” âyetleri bağlamında ele alınarak “varlık”ı, dahası “oluş”u öncelemektir. Bu önceleyiş, bir değeri ifade eder. “Eşyada aslolan ibahadır.” ilkesinin menşei de buna dayanır. Bundandır ki bir başka “Her şey aslına râcidir.” ilkesi gereği, yitirilen değeri elde etmeye ve asıl yerine yerleştirmeye salık verir. Her şey kutsaldır iddiası, sanıldığı gibi kötülüğü görmeyen ya da kötülüğe değer atfeden bir bakışın tam tersine kötülüğü yok hükmünde sayılması gerektiği ve sırf bu yüzden kötülüğün bertaraf edilmesi zorunluluğu hususunda bir mücadele azmi başlatır. “Her şey Hakk ile yaratılmıştır.” âyeti, her şeyin ilahî, ebedî, tutarlı, faydalı, anlamlı vs. olduğunun bir işaretidir. Asıl olan, Hak üzere
olandır. “Bâtıl, yok edilme durumundadır.” âyeti de bu meyanda bâtılın geçerliliğinin olmadığını ve bir an önce yok edilmesi gerekliliğini çağrıştırır. Bâtılın iptali, hiç kuşkusuz ancak Hakk’ın ortaya çıkmasıyla gerçekleşir. Zaten bâtıl, Hakk’ın olmadığı yerde biter.
Bâtıl kelimesinin Türkçede günlük dilde de çokça kullandığımız ib/p/tal kelimesiyle aynı kökten olduğunu hatırlatmamız, sanırım meselenin anlaşılmasına katkı ve kolaylık sağlayacaktır. Aslında bâtıl denen olgu, Hakk’ın manipüle edilmesinden başkası da değildir. Yani bâtıl, bizatihî varlık değildir. Bizatihî olan, Hakk’ın kendisidir ve başkası da değildir. Hakk’ı asıl kılan da işte budur. Nitekim Kur’an, “Hakk’a bâtıl elbisesini giydirmeyin.” derken Hakk’ın esaslığına, bâtılın ise aslında Hakk’ın manipüle edilmesi sonucu doğan bir olgu olduğuna işaret eden önemli bir âyettir.
Bu aşamada bâtılın zâil edilmesi demek, Hakk’ın üzerindeki onu gölgeleyen ve gizleyen örtünün kaldırılması anlamına gelmektedir. Az önce zikrettiğimiz, her şeyin aslına rücu etmesinin anlamı da karanlıklara gark edilmiş “asl”ı, dolayısıyla Hakk’ı aydınlıklara çıkarmaktır. Zaten Allah’ın, inananların “veli”si olması da bundandır. Onları zulümattan “nur”a çıkarır. İnananların zulümattan “nur”a çıkarılmasının, aslına rücu edişinin gösterdiği gibi inananlar eliyle diğer olgu ve olayların, nesne ve kişilerin de aynı şekilde “nur”a çıkarılmasına bir telmihtir. Madem her şey onun içindir / ondandır, o halde yalnızca ona
döndürülmelidir. Allah, yeryüzüne bizi halife kıldı ama yeryüzünü de bize cennet kıldı. Lakin insan, kendine zulmetti ve yaşadığı coğrafyayı fesada boğdu. O halde yeryüzündeki mücadele, kaybettiği cenneti tekrar kazanma mücadelesi olmalıdır. Kim bu “hüden”e uyarsa onun için korku ve hüzün yoktur, cennet ona bahşedilecektir. Ama kim bu “hüden”den yüz çevirirse cehenneme çevirdiği bu yeryüzüne karşılık, ateşi kendisine mesken tutacaktır.
Yeryüzünde hiçbir put yoktur ki gerçekte o, Allah’ın bir âyeti olmuş olmasın. Her şey birer âyettir. Lakin insan, onu manipüle eder ve tahrifata uğratır. Âyetlerin yerlerinin değiştirilmesinin ya da âyetlerin az bir pahaya satılmasının anlamları, ucuz hokkabaz numaraları değildir. Ne buradaki âyetten kasıt salt Kur’an cümleleridir ne de değiştirmekten kasıt, bir kelimeyi el çabukluğu marifeti ile kaçırmak ve(ya) yerine yenisini getirmektir. Tüm bunlardan kasıt, anlam ve niyet kargaşası yaratmaktır. Hevaya uymak budur. Âyetleri putlaştırmak da böyle olur. Yoksa put yapmak, tahtadan ve taştan heykeller oluşturmak değildir. İllâ ki profan kelimesi kullanmamız gerekirse profanlaştırmak, tamı tamına budur.
Modern dönemin yarattığı, o her şeyi parçalayan seküler mantığın zihin karmaşasından
kurtulmanın yegâne yolu, bütün fikrini elde ederek kutsala dönüşten başkası değildir. Kutsala
dönmek, hayata dönmektir.