Türkiye mahkûm edildiği hastalıklı otoritelerin mirasını devam ettirme noktasında ısrar ederek ham duygularına mağlup olmayı alışkanlık haline getirmiş durumda. Muhakemenin devre dışı bırakılıp nedenler üzerine düşünmenin infaz edildiği bu tür alışkanlıklarda mağlubu olunan ham duygunun esiri olunurken gizli bir zevkin duyulmadığına da ikna edemiyorum kendimi doğrusu; zaten yitirmiş olduğumuz kimi erdemleri, güya diri tutmak adına, coştukça coşuyoruz akılsızca.
İnsan, coğrafya, tarih ve felsefe serüveninde haklı veya haksız yere mahkûm edilip imkânsızlıkla burun buruna geldiğinde, şairin deyişiyle ‘burnum, değdi burnuna (yok) un’ hâli başa geldiğinde, ağlayıp-sızlamayı bir imkân olarak sürdüremez! Gidişatın yetmeyip iflas ettiği böyle anları belki inşâ edilecek yeni serüvenin başlangıcı nazarıyla görmeli. Ne ki ham duyguların şımartılmış çocuğudur insan aynı zamanda!
Temel yeteneklerimizden biri olan hissedişin durağanlaşması ve hissizliğin bir his gibi işlerlik kazanması büyük bir ön-görüsüzlüğe sarmalıyor bizi. Bu sarmalın içinde, Varlık’la temasın en şiddetli şekilde hissedildiği sızı, anlamını yitiriyor maalesef. İnsanın mütehassis tarafını yitirerek durağanlaşması doğal olarak insanın veya düşüncenin Varlık’la uyum içindeki mütekabiliyyetinin isabet edişini de durgunlaştırıyor.
Âfâkî şeylerden bahsettiğimizin farkındayız. Doğrusu, afâktan bahsetmek zorunda olduğumuzu da hissediyoruz. O yüzden âfâkî şeylerden söz etmeye devam edeceğiz.
Varlık hareketlidir; dolayısıyla kişiliğimiz veya aklımız hareketlidir: Bunun böyle olduğunu söylerken en azından kişilik veya aklın, tâbi olduğu bağlam veya zeminden bağımsız olamayacağını söylemek istiyorum. Zeminin hareket etmesi zemin üzerindekilerin de hareket etmesidir. Varlık’ın hareketli olduğunu söylemek bir deverânın varlığına, büyük imkânları içinde besleyen tabiattaki tekrarın ve insandaki duygunun deverânına işaret etmesi bakımından önemli.
Mahkûmu olunan dönemlerle ilgili olarak şunu söylersek, isabetsizlik etmeyiz diye düşünüyorum: Varlık’taki hareketliliğe paralel bir şekilde Varlık’ı her ânıyla birlikte ve bizzat yeniden anlamaya çalışan aklın inişe geçtiği tüm dönemler Türkiye’nin dolayısıyla İnsan’ın mahkûm olduğu dönemlerdir!
Tefekkürü bir kudret ve yaratma potansiyeli olarak işleyen hocam sahici tefekkür için sık sık ‘düşünme cesareti’ ifadesini kullanır; hareketliliğin hüküm sürdüğü bir zeminde her şeye rağmen düşünmeye cesaret etmenin can bahası olduğunu söylerdi. Büyük bir konfor eşliğinde içinde yaşadığımız sıcak daireden sessizce çıkıp aşağı katlara, daha da aşağılara, binâ’mızın temellerine inip kimi ta’dîller yapmayı ya da o binâ’yı yıkmayı göze almak can bahasıdır sahiden. Benzer bir durum zihinsel konfor için de söylenebilir. Zihnimize inşa ettiğimiz ya da inşa edilen bağlamlar üzerine korkusuzca düşünmek, gidişatın iflas ettiği dönemlerde bu bağlamları çözüp yeniden işlemeye kalkışmak kolay bir hamle olmasa gerek! İnsanın inşa ettiği ya da insanda inşa edilen bağlamları cesurca yeniden ele alma hamlesindeki tedirginliği anlamalı fakat bu tedirginliği asla ma’zûr görmemeliyiz!
Şimdi herhangi bir insan üzerine düşünmek istiyorum: Gerek mide bulandırıcı iğrençliklerin her türlüsünün insana yapıştığı veya her türlüsüne insanın yapıştığı durumlarda gerekse de yüce merhametin her türlüsünün insanda görünür kılındığı veya her türlüsünde insanın görünür kılındığı durumlarda o insanın sadece aramızda değil aynı zamanda içimizde olduğunu hissetmek zorundayız! İnsandaki muvâzeneyi alt-üst edecek vakalar vardır. İnsâf ve vicdânın ağır yaralar aldığı, mide bulandırıcı iğrençliklerin insana yapıştığı zamanlarda, kendi gerçekliğinin garibi olan ‘insan!’ üzerinden ahkâm kesmeyi (dedi-kodu’yu) bırakıp vicdâni muhakemenin zemininde bizzat kendi kendimizin ne kadar garibi olduğumuzu ısrarla sormak zorundayız.
Anlık ham duygunun esiri olan ‘insan!’ doğal olarak anlık ham duygunun neticesini hesap edemiyor! Hangi birimiz şiddetli zelzelenin ardından dumura uğramış muhakemeyi dizginleyebilir ya da kuvvetli iştah olan şehvet anında kendine hâkim olabilir?
Yaşantılarımızın aleni veya mahsûs dehlizlerine dingin tefekkürün refâkatında inersek insanın insana reva gördüğü büyük-küçük her türden îmâ’ya da şahit oluruz. Bu îmâ’lar, içimizdeki vahşetin açık ve acımasız kanıtıdır zannımca! Başka bir yazıda aleni îmâ üzerine de durmak isterdim doğrusu; III. Dünya Savaşı çoktan koptuğu halde insanların hâlâ onu bekliyor oluşu garipsenecek bir durum çünkü. Hızla devam eden bu kopuşlarda baş aktör, insanı, aleni îmâlarla yerin dibine sokan insanın aleni îmâları. Maalesef bu böyle! Bu yüzden olsa gerek, olduğu gibi görünmekten ürküyor artık insan. Bu da üzerinde durulması gereken ayrı ve yaygın bir vahşet!
Anlık ham duygunun esaretiyle kendine garipleşen zavallı ‘insan!’ o anlık ham duygunun neticesini hesap edemeyip fâş olduğunda, henüz ifşâ olmayan insanın ekseriyetle yaptığı ilk ve en kolay hamle işaret parmaklarının acımasızca fâş olunana yöneltilmesidir. İşte bu aleni îmâ üzerine düşünmeliyiz; kendi gerçekliğine olan uzaklığı fâş olmuş insanı işaret parmağıyla yerin dibine sokarak kendi gerçekliğiyle hesaplaşmayan insan üzerine düşünmeliyiz. Başa geri dönerek itiraf da etmeliyiz ki Türkiye, tümel olanın tabiatı üzerine düşünmeyerek çok şey kaybetti.
Anlamak için sormalıyız da: Kendi gerçekliğine garipleşen zavallı ‘insan!’ o anlık ham duygunun/ vahşetin neticesini hesap edip vahşeti îka’ etmemiş olsaydı ortada bir sorun kalmayacak mıydı? Vicdân, ham duygularda barınan potansiyel vahşetin yıkıcılığı sırf hesap edilip durdurulduğu için, insan duygularındaki tüm o vahşeti görmezden gelerek devam mı edecektir varlığına? Suçlayıcı işaret parmaklarının sahipleri, ham duyguların barındırdığı vahşeti ve vahşetin neticesini hesap edebildikleri için mi kendilerini masum addederek vahşeti fâş olunan alçalmış bir kurbana yönelebilecektir? Neresinden bakılırsa bakılsın hazin bir tablo var karşımızda!
Oysa Saf Hürmet’in eşliğinde de yönelebiliriz Varlık’a. Ham duyguda barınan potansiyel vahşete inat, hesapsızca hürmet etmeyi meleke haline getirebiliriz. İnsanın en güçlü taraflarından biri de şiddetli arzularına RAĞMEN kimi melekeleri kazanabilme becerisidir. Kopuş bu beceriyle durdurulabilir. Bununla beraber şu soruyu sormak zorundayız kendimize: Düşünce, neden kendisini mahrum eder insandan?