Ne için? Hiçbir şey yahut her şey. İçin galiba -belki de kesinlikle- lüzumsuz. İçimizi kurcalaya kurcalaya içini önemli bir şeye dönüştürüyoruz olsa gerek. Galiba ve kesin… Galiba ve kesin kağıdın üzerinde yan yana geldi mi mantık çöküntüsü gibi görünüyor. Peki, ya hayatta? Araları bir parça açılsa kıyamet kopar. Sükunetin, engin denizlerin kıyısında neye benzediğini bilmiyorum. Denizin burasından kıyı görünmüyor bile. Işıklar kırılıyor, tükeniyor, yavaş yavaş kararıyor havanın mavisi. Derin kuyulara çakıl taşı atmak şeklinde yokluyorum. Ses yok. Lütuf sultana yakışır, ummak gedaya. Sofranın mahcup köşesinde doyuyorum, lokmalar ve yudumlar zehir biçiminde. Kaç kez umudunu kaybetmedi, bilmiyorum. Ben sana demedim mi, demedi. Bir daha, bir daha ve bir daha… Bıkmadı. Tahammül etti. Tuttu elimden, çıkmadım. Sevdi, çıkmadım. Israr etti, çıkmadım. Vazgeçmedi, çıkmadım. Usanmadı, çıkmadım. Halbuki bakışlarını çevirmesi bir lütuf, bir tenezzül ölümlüye. Derin kuyulara çakıl taşı atmak şeklinde yokluyorum. Çıt. Bekliyorum. Neyi? Hiç. Hiçbir şeyi. Miskin bir pencerenin önünde, öylece… Hiç bitmeyen, uzadıkça uzayan bir an halinde yaratıyorsun zamanı.
Bir ihtimal daha var…