Yerinden Sökülen Tarihimiz

Haldun Sönmezer       1996 senesinin ağustos ayında şehit Enver Paşa’nın muazzez na’şı Tacikistan’daki istirahatgâhından alınarak İstanbul’a getirilmiş ve Çağlayan’daki Hürriyet-i Ebediye Tepesi’ne defnedilmişti. Şehadetinin 74. yıldönümüne müsadif olan günlerde gerçekleşen bu hadiseye tek anlamlı tepki, merhum Cemal Kutay Beyefendi’den gelmiş, kendisi “Tarihimiz yerinden sökülüyor.” feryadını koparmıştı. Enver Paşa’ya iade-i itibar yapılırcasına gerçekleşen hadisenin heyecan ve şaşası sebebiyle bu yerinde itiraz, o günlerde basın ve kamuoyu nezdinde ne yazık ki layık olduğu karşılığı bulamadı. Şuur ve vicdanlarda bir bomba gibi patlaması gerekirken cılız bir eleştiriden öteye geçemedi ve hak ettiği müzakere zeminini bulamadan danisyan defterine kaydı düşüldü.

Siyasilerimizin geçmişimizle barışmaya ve tarihimizin kara deliklerini örtmeye dönük çabaları niyet açısından çok önemli olsa da bu uğurda bugüne kadar sergilenen gayretler, maalesef seremoni düzeyini aşamamıştır. Nümayiş seviyesinin üzerine çıkamayan bu çabaların da yeni yetişen nesillere milli kültür ve tarih şuuru aşılamak yolunda faydadan çok zararı olmuştur. Cumhuriyet döneminde geçmişle barışmak ve ona sahip çıkmak adına yapılan hataların en büyüklerinden biri de naaşları Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları dışında olan tarihi şahsiyetlerin mezarlarını Türkiye’ye getirmek adına sergilenen beyhude gayretlerdir. Bu gayret ve teşebbüslerin bazıları hedefine ulaşmış, bazıları ise hala taşeronunu beklemektedir.

İlk olarak 1943 yılında Bakanlar Kurulu’nun kararı ile15 Mart 1921’de Berlin’de Ermeni komitacılar tarafından katledilen Talat Paşa’nın na’şı İstanbul’a getirilmiş ve şehadetinden tam 22 yıl sonra Abide-i Hürriyet Şehitliği’ne gömülmüştür. Hâlbuki Talat Paşa’nın hatırası ilk medfeni olan Berlin’deki Türk Mezarlığı’nda kalsaydı bu durum hem Türk tarihinin zenginliğine katkı yapar, hem de Ermeni iddialarına cevap vermek açısından dünya önünde tarihi bir delil sunma ve karşı propaganda yapma fırsatı verirdi bize. Paşa hayatta iken yapmış olduğu hizmetlerden çok daha büyüğüne ölümünden sonra imza atmış olurdu. Ama ne yazık ki artık bu imkândan mahrumuz. Paşa’nın Berlin’in Şarlotenburg Caddesi’nde öldürüldüğü tarihen sabittir fakat artık medfeni adının şehitler kervanına eklendiği ülkede değildir. Yani şehadetinin nişanı silinmiştir. Bu tarih katliamının müsebbibi de gafletimiz ve yetersiz tefekkürümüzden başkası değildir. Nazi geçmişinden miras kalan Yahudi sabıkasından dolayı resmi olarak Dünya’da soykırım yapmış tek devlet olmak ayıbından kurtulmak isteyen ve bunun için de Ermeni tezine destek veren Almanya’yı susturmak adına ne okkalı bir cevap olurdu kucaklarında taşıdıkları o mezar. Tarihe yapılan ihanet, bugün intikamını bizden misliyle almaktadır.

Aradan sekiz yıl geçtikten sonra ise 1951’de Mithat Paşa’nın cenazesi Taif’ten getirilerek devlet erkânının da katıldığı bir törenle Abide-i Hürriyet Tepesi’ne defnedildi. Ölümünün üzerinden 67 yıl geçtikten sonra gerçekleşen nakille birlikte Talat Paşa’nın ardından ikinci bir yanlışa daha imza atılmış oldu. Siyasi tarihin ve iktidar mücadelesinin Yemen coğrafyasına vurmuş olduğu ibret mührü, gaflet elinin devreye girmesiyle yerinden söküldü.

Bir milletin dünya üzerinde bıraktığı izler ne kadar geniş bir coğrafyaya yayılmışsa bu, o milletin tarihinin zenginlik ve ihtişamını gösterir. Kimisi şanlı bir gurur tablosu, kimisi ise hazin bir ibret levhası olan o izleri korumak, tarih şuurunun bir gereğidir. Eğitim sistemimiz Türklüğün tarihi mefkûresini kuşatacak bir derinliğe sahip olmadığından zihinlerimiz, Cumhuriyet döneminde Edirne ile Hakkâri arasına sıkıştı. Hatta bazı siyasilerimiz Hatay’ın anavatana katılmasıyla birlikte vatan coğrafyamızın tamamlandığını* bile söylediler. Ezberlere körü körüne sadakatten başka bir şey olmayan bu tutum, meselelerine Türklüğün tarihi penceresinden bakmayan bir saplantının eseriydi. Bir savaş sonrası ideolojisi olan Kemalizm’in kurmuş olduğu örtülü siyaset stratejisi ve müdafaa şemsiyesinin yansıması olan  “Yurtta sulh, cihanda sulh.” refleksini anlamamanın sonucuydu. Nizam-ı Âlem, İlâ-yı Kelimetullah ülküsünün mağlubiyet hukukunun zoruyla nasıl “Yurtta sulh, cihanda sulh.” parolasına dönüştüğünü kavramaktan aciz zihinlerin romantik vatan tasavvuruydu.

Uzun süren savaş yıllarında Kafkas dağlarından Yemen çöllerine uzanan bir coğrafyada güneşlerden daha parlak evlatlarını bir hilâl uğruna kara toprağın bağrına sırlayan bir toplumun, kendisini koruma refleksiydi bu. Milli varlığı muhafaza ve zaman kazanma adına uygulanan, vadesi dolduğunda ise kullanımdan kalkacak olan bir geçiş devri politikasının rumuzuydu o.

Bu inceliği kavrayamadık ve Cumhuriyet döneminde meselelerimize Edirne ile Hakkâri arasından bakan bir idrak zafiyetinin zebunu olduk.  Bu anlayışın gözünde Üsküp, Bosna, Kalkandelen, Ohri, Bağdat, Şam, Halep, Kudüs, Batum ve daha nice imparatorluk beldemizle Hicaz vatan mefhumuna dâhil değildi. Hatta bu zihniyet siyasi coğrafyamızın dışında kalan bir kültürel coğrafyamızın varlığını bile kabul edecek bir esnekliğe sahip bulunmuyordu. İşte mezar transferleri içine sıkışmaya mecbur olduğumuz ve vatanı kendisinden ibaret zannettiğimiz bu coğrafyanın ötesindeki diyarları göremeyen bir zihniyetin ürünüdür. Meselelerine imparatorluk penceresinden bakmayı zihin konforuna aykırı sayan, rahatının ve ezberlerinin bozulmasından korktuğu için ulus-devlet mantığı ile yola devam etmeyi güvenli bulan bir ucuzluğun ifadesidir.

Doksanlı yıllarda kısa süren kültür bakanlığı döneminde saygı duyduğum bir siyaset adamının** Nazım Hikmet’in mezarını, bir şiirinde geçen vasiyetini de öne sürerek, Türkiye’ye getirmek sevdasına düşmesi, bu uğurda kamuoyu oluşturma gayreti içine girmesi, tıpkı daha öncekiler gibi milletin hakiki menfaatine hizmet eder nitelikte bir girişim olmamıştır. Şükür ki bu çabalar, o dönemde söz ve demeçten ibaret kalarak eyleme dönüşmemiştir. Sade bir vatandaşın bu konudaki vasiyeti dikkate alınmalı ve gereği de yapılmalıdır. Ama tarihe geçmiş isimlerin ölümlerinden sonra bile vasiyetlerinden ziyade kolektif bilince yapacakları katkı daha önemlidir. Şairliği ve yaşadığı fırtınalı hayatla cemiyet bünyesinde iz bırakmış Nazım Hikmet karatında bir adamın hatırasının, bir zamanlar fikir özgürlüğüne vurulan kelepçenin taşa kazınmış timsali olarak Moskova’da kalması, toplumsal şuura yapacak olduğu katkının devamı açısından vatana getirilmesinden evlâdır. Moskova’dan geçerken şairin mezarını ziyaret eden bir vatan evladı, bir zamanlar yaşadığı ülkede düşünce suçundan dolayı hayatları karartılan insanların halini görecek, zindan felaketinden kaçarken daha büyük bir esaretin kucağına düşüp gurbet cehennemine mahkûm olan aydınların dramına tarihin penceresinden şahitlik edecektir. Zaman içerisinde kavuşulan fikir ve vicdan hürriyetinin kıymetini de daha iyi bilecektir.

Trablus’a giden bir Türk evlâdı orada Turgut Reis’in mezarını ziyaret ettiği an tarihinin büyüklüğünü bir kez daha anlayacak, ilahi cilve icabı bugün Meriç ile Ağrı arasında bir kadere mahkûm olsa da 25 asır boyunca kıtalara, okyanuslara sığamamış bir milletin evladı olduğunu daha iyi idrak edecektir. Eğer daha önce duymuşsa İbni Haldun’un “Su nasıl suya benzerse bir milletin geleceği de geçmişine öyle benzer.” sözünü hatırlayacak, böylelikle ihtişamlı bir maziye sahip olan milletinin en az onun kadar şanlı bir istikbale de namzet bulunduğunu fark edecektir.

Ürdün’deki Kabartay Mezarlığı’nda Çerkez Ethem’in mezarını ya da Şam’da Sultan Selim Camii’nin bahçesinde büyük ceddinin adını taşıyan mabedin gölgesine sığınmış Sultan Vahdettin’in menfa yurdunu gören gözler ise iktidar oyununun bazen insanı öz vatanından koparıp parya zilleti yaşatacak kadar hazin tecellilere gebe olduğunu müşahede edecek, bu acıklı tabloyu seyrederken tarihin her zaman objektif olamadığını, kaybedenlerin tarihini de çoğu zaman kazananların yazdığını ibretle görecektir.

Dünya’nın dört bir köşesindeki bu mezarlar, tarih tefekkürümüzün zenginleşmesine hizmet edecek, üzerinde adımlayan idrak sahiplerine Türk tarihinin bir devlet ya da vatan tarihi değil, cihan tarihinde ikinci bir emsali bulunmayan bir millet tarihi olduğu hakikatini kavratacak, bugün üzerinde Türk yaşayan her coğrafyanın da bir gün taşıdığı potansiyelle Türk vatanı olmaya namzet bulunduğunu hissettirecektir.

1947 senesinde Hindistan’ın İngiliz boyunduruğundan kurtularak bağımsızlığını kazanmasından kısa bir süre sonra, parlamento kürsüsünde ateşli bir konuşma yapan bir milletvekili; “Niçin hala müstemleke dönemi valilerinin heykelleri en görkemli caddelerimizde sağlı sollu duruyor? Neden yıkmıyoruz onları?” diye haykırır. Bunun üzerine Mahatma Gandhi gayet sakin bir eda ile kürsüye çıkar ve “Hayır, yıkmayacağız onları! Halkımız o heykelleri gördükçe yaşadığı zulmü hatırlayacak ve hürriyetinin kıymetini çok daha iyi bilecektir.” der.

Fikir ve ruh kemaline ermiş Gandhi gibi bir lider ülkesindeki müstevliye ait hatıraları bile ortadan kaldırmaz ve onları tarihin acı bir cilvesi olsa da bir ibret vesikası olarak korurken biz dünyanın dört bir köşesine yayılmış ihtişamımızı yok etmekle meşgulüz. Var gücümüzle milliyetimizin nişanlarını bir bir yerinden söküyoruz.  Geçmişin acı tecrübesini yarınların teminatına çevirebilmek, olaylara bu derinlikle bakabilmek, popülizme teslim olmamış Gandhi gibi gerçek devlet adamlarının vizyonudur ancak.

Bu necip millet son yıllarda kıymetli siyaset adamları yetiştirse bile tarihine ve kültürüne Gandhi’nin dünyasından bakabilen çapta değerler yetiştirememiştir. İktidar elitlerindeki bu irtifa kaybı, Aliya İzzetbegoviç gibi yüksek kültüre ve düşünür kimliğine sahip değerlerimizin olmayışı, bizi devlet hayatında hâkim olması gereken şümullü ve kesif tefekkürden mahrum bırakmış ve neticede iyi düşünülmeden atılan adımların ve tarih şuuruna ters düşen gafilane icraatlerin zeminini hazırlamıştır.

Tarihimize ve kültürümüze sahip çıkmak adına(!) işlediğimiz cinayetler, ne otel yapma sevdasıyla Ecyad Kalesi’ni yıkan Suud’unkinden ne de Saraybosna Arşivi’ni kül edip Ferhat Paşa Camii’ni top ateşiyle tarihin mezarlığına gömen mütecaviz Sırp topçusunun günahından daha masum değildir. Aramızdaki tek fark, bunu onların Türk’e karşı tarih boyunca biriktirdikleri husumet ve nefretin, bizim ise içine düştüğümüz dalalet ve gafletin tesiriyle yapmamızdır.

Gaflet ve cehaletimizin eseri olarak saray ve müzelerimizden kaçırılıp yad ellere uçurulan eski eserlerimizi gurbet elden kurtarıp toprağına kavuşturmak adına harcayacağımız mesaiyi, maalesef her biri görkemli tarihimizin yer küredeki imzası olan mezarları ortadan kaldırmak yolunda harcıyoruz. Halimiz on ikiden vurmak heyecanıyla hedefe doğru nişan alan fakat silahın ters tepmesi sonucu kendisini vuran acemi silahşorun haline benzemektedir.

Kâinatın neresinde olursa olsun, her mezar ilahi hesap divanına aynı uzaklıktadır. Mezar taşımanın milletlere sağlayacağı siyasi bir avantaj olmadığı gibi yıllar önce fena bulmuş fanilere de temin edeceği hiçbir uhrevi fayda yoktur. Tam aksine, tarihe mal olmuş bir şahsiyetin mezarını tarihi bağlamından kopararak bir başka mekâna hapsetmek, mazinin üzerine bir çarpı çekmek gibidir.

Bugüne kadar Türkiye’ye transfer ettiğimiz mezarlarla ne kazandık ki Turgut Reis’inkini Libya’dan, Niyazı-i Mısri’ninkini Limni’den, Murad Reis’inkini Rodos’tan, Fuzuli’ninkini Irak’tan, Halife Abdülmecid Efendi’ninkini Hicaz’dan ve daha bir yığın vatan evladının mezarını dünyanın muhtelif köşelerinden bugünkü daralmış siyasi coğrafyamıza taşıyarak tarihimizi ihya edelim.  Mazinin yaralarını sarmak isteyenler, hayatta iken siyasetin hışmına, öldükten sonra ise tarihin azizliğine uğrayarak, hatıraları silinmek istenmiş insanların mezarlarını Türkiye’ye taşıyarak, onlara iade-i itibarda bulunamazlar. Bir tarihi şahsiyetin hatırasını yaşatmak için yapılacak en ideal hizmet, şahsiyetinin üzerindeki gölgeyi kaldırarak onu yeni nesillere hakiki çehresiyle takdim etmektir.

Hükümetlerin görevi coğrafyanın üzerine kazınmış tarihin nişanlarını sökmek değil, o tarihi ait olduğu coğrafyada yaşatarak istikbale taşımaktır.

 

 

* Doksanlı yılların başında TBMM Başkanı sıfatıyla Hatay’a giden Hüsamettin Cindoruk bu sözleri o ziyaret esnasında söylemişti.

** Dönemin kültür bakanı Agâh Oktay Güner’di.

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.