Tenzih ve Teşbih Hakkında

Süleyman SertHikmet erbabı, “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur” âyet-i kerimesini, Allah’ın kendisini tenzih etmesi olarak yorumlar. Tenzih, her türlü eksiklikten arındırmak anlamının yanı sıra uzaklaştırmak, uzak tutmak mânâsına da geliyor. Allah’ın bir şeyi kendisinden uzaklaştırması nasıl olabilir diye düşündüğümüzde, uzaklaştırılan şeyin yok olmaktan başka şansı kalmamaktadır. Zira uzaklaştıran Allah’tır; Allah ise her yerde, her zamanda ve her şeyde vardır. Öyleyse uzaklaştırılan şey Allah’ın olmadığı nereye gidebilir? Demek ki uzaklaştırılan şey aslında hiç var olmamalıdır. Zira var olsaydı o şey ancak Allah’ta var olabilirdi; öyle olunca da yakın olurdu. Demek ki bu tenzihin hakiki mânâsı “Allah’tan başka hiç bir şey yoktur” idraki olmalıdır.

Peki, mevzûya “kulluk” açısından baktığımızda nasıl değerlendirmeliyiz? Kul, varlık âlemine bakarken kendisiyle birlikte başka varlıkları da görür. Kulun gördüğü varlıklar da var olduğuna göre, Allah’ın kendisi hakkında yaptığı tenzihe nasıl cevap vermelidir? Bu ilahî tenzihe denk düşen kula ait tavır ancak teşbih olmalıdır. Zira kulun eksikliği varlık görmesinde değil; gördüğü varlığı başkalaştırmasıdır. Allah’ın yanına başka varlık koymak ise İslâmî gelenek tarafından en büyük günah kabul edilen şirktir.

Şirk niçin en büyük günahtır? Zira varlığı birbirinden ayrık parça parça gören birisi, kendine ait varlık duygusunu yani kendisini varlığın merkezine oturtur ve diğer varlıkları kendisine hizmet etmesi için köleleştirir. Bu ise huzurun kaynağı olan, en büyük birleşme, anlama ve hissetme olan muhabbete aykırı bir tavır olup, yıkıcı bir kargaşa yaratır. Kargaşa ise kaotik bir durum olup tüm anlamlandırma, ilişki kurma faaliyeti başarısızlıkla sonuçlanır.

Bu kötü bir vaziyettir. Varlığa hak ettiği bakışı vermemektir. İslâmî geleneğimiz varlığa hak ettiği konumu vermemeyi zulüm olarak değerlendirir ve zulüm karanlıkla sembolize edilir. Muhabbetle bakmak ise aydınlık, nurlu, ışıklı bir bakıştır; “sabah aydınlığı”dır.

Bu sebeple kul, Felâk suresinde ifade edilen; “…karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, sabah aydınlığının Rabbine sığınırım…” demeli ve idrakini genişletmelidir.

Yegâne sığınılacak Rab olan Allah; sonsuz kudretli, her şeyi hakkıyla bilen, tam hüküm ve hikmet sahibidir. Bu sonsuzluktan dolayı, kulun mevcut Hak idrakinden daha yüksek bir Hak idraki, daima vardır. “Allahu Ekber”, “Allah büyüktür” demek değil; “Allah en büyüktür” manasına geliyor. Yani Allah’ın büyüklüğünün yanında, başka büyüklüklerden bahsedilebilir mi ki “en büyük” diyoruz? Burada anlamak gereken, Allah ile başka varlıkların mukayesesi değil; her türlü Allah idrakinin üstünde olan diğer Allah idraklerinin varlığıdır.  Yani mukayese Allah idrakleri arasındadır. Allah idraki büyüktür; ama bu idrakin daha yükseğinde daha büyük Allah idrakleri vardır. Bu sebeple Allah, en büyüktür. Çünkü O her türlü kavrayışın üstünde bir kavrayışı daima kabul eder. Zaten Allah kulun zannı üzeredir.

Velhasıl Allah hakkında, idrakimizin ötesinde bir kavrayışımız olamayacağı için, Allah’ın kendisini tenzih etmesi tespiti de  “Hak” hakkında kulun idrakidir; ayrıca hedefidir. Kul bu hedefe erdiğinde, bu idrak noktasında konuşan Hak olduğu için; kul, artık kul da değildir. Bu yücelikte tüm varlığı bir gören kavrayışla nazar ettiğinden, şirkin en kuvvetli kalesi olan kendi nefsini de Allah’ın mülküne katmıştır. Geriye ise Allah’tan başka bir şey kalmadığından “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur” diyerek, kulluk idrakindeki ayrılık vehmini, artık Hak noktasında olan kendinden uzaklaştırmış; yani yok etmiştir. Böylece Nas suresinde zikredilen “o sinsi vesvesenin şerrinden insanların ilahına sığınma” (varlıktan ayrı olduğu vehim ve vesvesesinden, beşeri idrakten ilahî idrake yücelme) gerçekleşmiş oluyor. İfadenin âdet olduğu üzere “Âlemlerin Rabbi” şeklinde değil de “İnsanların İlahı” şeklinde kullanılması ve sığınma ile de bir yolculuğa işaret edilmesi, kimin nereye nasıl bir yolculukla varacağına dair özel bir ontolojik yaklaşımı hak ediyor.

İşte bu kutsal yolculuğun başlangıcı olan beşeriyet noktasında, varlığı parça parça gören ilk fark ediş anında, bir sonraki adıma geçmek için teşbihten başka yol yoktur. Aksi halde tevhide ulaşılamaz. Bu teşbih sayesindedir ki kendisi ile varlık arasında bir ilişki kurar, bir yakınlık arar ve bu ilişkinin şiddeti nispetinde varlıkla bütünleşir, çokluk azaltılır. İslâmî geleneksel anlayışta kulun gayesi olan mîraç, namaz ile sembolize edilir. “Namaz müminin miracıdır.” Namaz içerisinde yaptığımız tenzihler de müminin gayesidir. Yani kendisi hakkında mutlak tenzihte bulunan Hak, mümini bu tenzihi yapacak idrake ve kavrayışa yüceltmek istemekte, davet etmektedir. O noktada birleşmek istemektedir. Neticede Allah, müminin idrakinde en kuvvetli şekilde zuhur edeceğinden bu tenzih, Allah namına yapılmaktadır. Zaten en büyük mümin de Allah’tır. Sırat ’el-müstakim olan yol budur.

Tenzih ve teşbih arasında olmak demek; birbirinden farklı iki alan belirleyip bu alanın sınırında kalmak demek değildir. Tenzih ve teşbih arasında olmak; bu iki alanı üst üste bindirmek, çakıştırmak, birleştirmek demektir. Diğerinden uzak olmamak demektir. Yapabilene aşk olsun!

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.