Gerçeklik Hakkında

Süleyman SertGerçeklik dünyası; hakikatte tek bir dünya olmakla birlikte maddî gerçeklik ve manevî gerçeklik dünyası olmak üzere iki farklı şekilde kategorize edilebilir.

Biz insanlar çok defa maddî olan dünyayı gerçek kabul edip, zihne de yansımaları olan, adına sanal dediğimiz dünyayı hayalî vehimler dünyasına sokup, gerçek dışı kabul ederiz.

Nesnel gerçeklik dünyasına ait farkedişlerimiz ise o dünyaya ait gerçekliğin tamamını yansıtmaz. Örneğin; bir renk kümesine baktığımızda ve ne gördüğümüzü anlatmaya çalıştığımızda, bazı renkleri anlatımımız dışında bırakabiliriz. Çok defa da böyle olur; yani farkedişimiz eksik kalır. Bazen ise hatalı bir anlatım ile baktığımız renk kümesine ait olmayan renkleri söylemimiz içine katabiliriz. Dikkatli bir göz, bize yanıldığımızı söylediğinde ise bu bakışımızı düzeltiriz. Bazı durumlarda ise nesnel gerçeklik dünyasına ait farkedişlerimiz; dikkatli bir gözün ikazına rağmen bakışımızdaki kusuru düzeltmeye yetmez. Örneğin renk körlerinde durum böyledir. Çok defa kırmızı ile yeşili birbirine karıştırırlar. Böylelerine trafikte ehliyet de verilmez. Zira birçok hayatî kazaya sebebiyet verirler.

Üzerinde konuşmanın ve kusursuz şekilde ifade etmenin çok zor olduğu manevî dünya ise tamamen vehim ve vesveseden ibaret değildir. Ancak bu dünyaya ait farkedişlerimizin çoğu kaotiktir. Çoğunluğunun böyle olması ise gerçek dışı oldukları anlamına gelmez. Nesnel gerçeklik dünyasına ait bilgilerimizi sınayabileceğimiz, deney ve gözlemle test edeceğimiz fiziksel gerçekliğin aksine; manevî dünya, tamamen bireysel olarak yaşanan, deney ve gözlemle başkalarına gösterilebilecek bir alan değildir. Bu bireysel tecrübe sebebiyle varlığı yadırganan ve açıkça sorgulanabilen bu dünya; dikkatli bir gözün tüm ikazlarına rağmen, bakış açılarımızdaki kusur ve eksiklik sebebiyle üzerinde her türlü manipülasyona açık bir şekilde varlığını sürdürmektedir. Mecnun’un Leyla’ya olan şiddetli muhabbetini test edecek ve bu muhabbetin zatını gösterecek hiçbir deney düzeneği yoktur. Bu muhabbetin muhatabı olan Leyla’ya baktığımızda da Mecnun’un hakikatini göremeyiz. Hatta belki de Mecnun’un Leyla’yı muhatap alışını yadırgayabilir ve bu muhabbetin münkiri olabiliriz. Fakat Mecnun’un varlığa bakan gözünde yani gönlünde her yerde Leyla’yı gören kavrayış ve hissedişini yok kabul etmek ne kadar gerçeğe yakındır ve Mecnun bu iddiaya ne kadar inanır.

Bilimsel tüm disiplinlere göre eninde sonunda varlığını sürdüremeyecek olan ve dağılmaya hatta yoklukla sonuçlanmaya mahkûm maddî gerçeklik alanı, daha ne kadar temel bir varlık alanı olarak kabul edilebilir ki? Bu varlığa kaynaklık teşkil eden ve tüm varlığa sirayet eden ve bütün bu zuhuratın gizemi olan, varlığının başı olmadığı için sonu da olmayan temel varlık; eğer madde hatta zaman formuna hapis olamayacak ise nasıl bir telakki ile anlaşılmalı ve kavranmalıdır? Elbette anlamanın yolu bilgi, tefekkür ve sezgiden geçmektedir. Bu üç kavramın kesişim kümesi ise adına alâka dediğimiz kavramdır. Ancak alâka duyduğumuz bir konuda bilgi toplarız ve üzerinde düşünürüz ve ancak alâka duyduğumuz bir konuda sezgilerimiz çok kuvvetli olabilir. Ancak alâkadar olduğumuz yani ilgilendiğimiz bir konuda yetkinliğe ulaşabiliriz. Hatta bu anlama konusundaki kapasitemiz alâkamız kadardır desek yanlış bir şey söylemiş olmayız.

Bu alâka (ilgi) hali ise kuru bir kavram olmayıp bütün varlığın her zerresine sirayet eden, yaşayan,  gizemli bir hal olmalıdır. Zira sezgilerimiz bize varlığın temel ilkesinin; kendi alakası dışında bıraktığı, ayrık bir varoluşu yasaklar. Tabii ki yasaklar; zira temeli olmayan bir varlık telakkisi, kendi varoluşuna dayanak bulamayacağı için, var olmaya başlayamaz bile.

Bu ilgi halinin “zirve” noktası ise aşk halidir. Herhangi bir şeye karşı aşk halinde bulunmak; o şeyin bütününden en fazla etkiye, en hassas şekilde açık olmak demektir. Etkileşime bu derece açık olmaklık ise o şeye benzeşmekle sonuçlanır. Hatta benzeşmek ne kelime; bazen Âşık ve Maşuk birleşir, aynîleşir. Edebiyatımız bu durumun yüzlerce örneği ile doludur.

Varlığa karşı aşk derecesinde bakabilecek bu kavrayış ise o varlığın temel ilkesi olan, hayatiyetinin kaynağı olan, ilgi halinin zirvesi olan derin bir kavrayıştır ve bu kavrayış sebebiyle “bilinmeyi sevmek” maksadı tahakkuk etmiş ve aşkı sebebiyle varlığın temeli olan prensiple aynîleştiğinden anlama tamamlanmış olur.

Aşk yoluyla anlama; zahmetsiz ve ilgilendiği şeye nüfuz eden, doğrudan, dolaysız bir anlamadır. Aynen göz gibidir. Gözün görmesi ile nasıl zahmetsizce bir takım bilgilere sahip olabiliyorsak aşk yoluyla anlamada zahmet yoktur. Anlama gerçekleştikten sonra bu anlayışı ifade etmek için “akıl” bir araç olarak kullanılmak istenebilir. Ancak bu taktirde anladığını anlatma yolunda bir sürece, bir zahmete katlanmak zaruridir.

Aşk hali bütün varlığın özünde zımni veya aşikâr kademe kademe farklı isimleri hak edecek şekilde mevcuttur. Aslında bütün kavramlar ve eşyaya ait bütün isimler varlığın temelindeki tek ismin muhtelif uzaklıklardaki adıdır. Hakikatte akıl da aşktandır; bilgi de duygular dünyasına aittir. Kavramlar dünyasında kadim ontolojik anlayışlarda “merhamet”, “şefkat” ve “aşk” hissedişlerinin çok değerli addedilmesi, merkezdeki isime yakınlığından dolayıdır. Akıl yönünden değerlendirecek olur isek varlığın ömrü bu kavramlara bağlıdır. Bir varlık var olduğu müddetçe, var olmasına izin verecek sistem içinde yaşar. İzin verme hali ise bir kabulleniş, bir müsamahadır. Bu durumun edebiyattaki ve duygu dünyasındaki karşılığı ise Rahman ve Rahim oluştur.

Akıl ise çok makbul olmakla birlikte, iki dünyaya da nüfuz edebilecek şekilde, bu dünyalar arasında tercümandır. Bu tercüme faaliyeti zaman zaman, merkezin epey uzaklarına düşmesi anlamına gelmektedir ki bazen indiği menzillerde takılı kalabilir. Ancak yücelerde de çok ama çok kıymetlidir. Anlamak için, merkezden uzaklarda didik didik edip parçalayan akıl; yukarılarda adına sezgi dediğimiz kavramın da cazibesiyle, top yekûn anlamaya yakın durmaktadır. Bu haliyle aşka doğru seferdedir.

Varlığın kökeninin ne olduğu konusundaki gizemi çözmeye ve anlamaya çalışan bir göz; sadece kendi arayışındaki bu anlama çabası sebebiyle, kendisine ait bu yeteneği de varlığın bağrına yerleştirmek durumundadır. Kendisine ait ilgileri, fark edişlerini ve bilinçlilik halini, benlik duygusunu… Tüm bunlar baktığı varlık dünyasına ait olduklarından, sorunun cevabı bizzat kendisidir. Yani sorunun cevabı bizzat sorunun soruluyor olmasıdır: Ben kimim?

Bize göre; “Ben” idrakini ortaya çıkaran, bünyesinde barındırdığı hayat ve can sebebiyle, varlıklar dünyası içinde iletişim halinde olduğu her nesneyi anlamlandıran manevî alan, çok şiddetli şekilde maddi dünyayı istila ettiği gibi; maddi dünya da, bu anlam dünyasına aynı şiddette yönelmiş bulunmaktadır.

Varoluşun bağrındaki bu içsel yöneliş ve talep, yaratılışı izah etmeye çalışan teoriler içinde bulunan tanrı tanımaz evrim teorisini, “bilinçli tasarım” formatına eviren fark ediş, hangi gözlükle bakarsak bakalım, bir büyük serüvenin hikâyesini anlatmaktadır.

Bu oluş süreci, matematik diliyle baktığımızda doğanın gerçekliği içinde, hayal gücünü zorlayan muhteşem hesaplar; şiirle, müzikle, edebiyatla baktığımızda, insanî dünyanın sonsuz kuşatıcı şefkat ve merhameti; felsefe ve hikmetle bakabildiğimizde, mutlak gerçekliğin ve hakikatin cazibesiyle, dinginliğe ulaşan büyük kavrayış, daima varlıktaki bu gizli, bu sırlı yönelişin duası olsa gerektir.

 

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.