Sırrını fısıldayan bir hikâye ile aşkının yalımı gökleri tutuyor. Sevdanın kafesinde çırpınışlarla uyuyan bir kumral başım. Güzün yaprakları arasında yeniden dirilen, ufuktaki bir ahdin muştusu! Ne çok ayak izin var? Soluğumu tutmuş, gecenin geçmesini bekliyorum. Söyle! nasıl kuşanırız latifliğimizi?
Sonra ansızın bir meşale aydınlanır ve kâğıttaki kelimeler beliriverir…
Sadece kulak verip dinlemeli.
Bişnev hitabını duyan can kulağı… hal ile hemhal olanların ana kucağı bahar… Yeniden dirilişin çerağı gibi rüzgâr…
Rüzgârla şuraya buraya savrulan tohum gibi, kaderin buyruğu ile hakikat ve aşk ekilir ve inkişafına kimse mani olamaz.
Sâmiha Ayverdi, ilk eserlerini 1938 yılından itibaren vermeye başladı. Bu tarihte ilk romanı “Aşk Budur” yayımlandı.
Aşk Budur ki, yıllar sonra kelimeleri zuhur etmekte!
Sâmiha Ayverdi Külliyatı’nın 45. eseridir. Bu kitabın önemi mâkale, hâtıra ve hikâye türündeki 47 yazıdan 8 tanesi hariç diğerleri şimdiye kadar hiçbir yerde neşredilmemiş bulunmaktadır. Neşredilmemiş olmasının sebepleri kitabın takdim bölümünde ayrıntılı şekilde anlatılmaktadır.
Kitap 2014 basımıyla, bir İstanbul hanımefendisinin zerafetini, güzelliğini, fikriyatını yansıtan taptaze bir diriliş getirmekte.
İçindeki yazılardan birinin başlığı olan “Üç günlük dünya için” ile başlamak gerek söze;
İnsan, Allah’ın en büyük eseridir. Kâinattaki bütün hadiseler insanın eliyle gerçekleştirilmektedir. Böyle olunca, insan eğer Allah ile sağlıklı ve samimi bir münasebet içerisinde değilse, yaşadığı dünyada kendisi ve toplumu için yararlı işlerden ve faaliyetlerden uzak kalır. İlahi zanaatkârın elinde bilinçsizce işleyen, işlerken hem kendi yaratılış doğasını bozan, hem de toplumu yozlaştıran bu şerre meyilli fesatlık ve uyuşmazlıkla şekli şimali belirsiz, bir varlığa dönüşen bu beşeriyet; ikiyüzlülüklerini, sahte ve yapmacık tavırlarını kendi kendisine yasaklamalı ve iyiliği satın almalıdır.
Üç günlük dünya kısa bir yazıdır. Üç günlük dünya gibi…
“Bâli Bey, Budin’i muhâsara ederek Avusturya ordusunu kovalayıp zafere ulaştıktan sonra, muvaffakiyetlerini sayıp dökerek, Kânuni Sultan Süleyman’dan bir tuğ niyaz edince, padişah kendisini şöyle cevaplandırmıştır:” Berhudâr ol! Allah senden razı olsun! Benden bir tuğ istiyorsun. Sana emirü’l-ümerâlık veriyorum. Lakin bu yaptıklarına güvenme, ve bir fani kuldan herhangi bir talepte bulunarak kendini küçültme ve minnet altına girmiş olma!” Kıyamete kadar değerinden kaybetmeyecek bu hâkani cevap, üç günlük dünya nimetleri peşinde şerefini, derûni şanını ayaklar altına almış kimselere olduğu gibi, bilhassa devlet çarkının yükünü omuzlamış olanlara verilmiş, unutulmaması gereken ikazın ta kendisi değil de ya nedir?”
Bütün yazılar içerisinde öyle bir yazı var ki…
Dört Kapı!
Göklerden inen bir meleğin, aşığı uykusunda ziyaretini tasvir eder. Beden zarf, ruh ise mazruf olmuştur. Bu seyran içinde aşığın, sükûn haline hayran seyrederken, meleğin aşığın yanından ayrılmak istememesi… “İşte melek, rûhun cesetle olan bu barışını, dâima hayran ve zevkle seyrederdi. Onun tercihen bu odaya gelişinin sebebi ise, şu kesik kesik soluklarla uyuyan başın, büyük bir aşka yuva oluşundandı…” Gaipte devam eden bu diyalog aşığın vecde dönüşen terennümüyle bütün yazıya can suyunu veriyor…
“Ey biri iki gören şaşılar, her ne ki aşk cihanına varmak için gittiğim yolda önüme gerilir; îtibâridir, hayâlidir, vehmîdir. Yok, sevdiğimden başka hiçbir şey yok. Eğer bütün bu yokluklar varlık gösterici bir heyetle tecellî ediyorsa ne gam? Ben sevgilimle aynı serrişteyi tutan eli öperim… Ona varmak için geçeceğim kapılar dört değil de saçımın telleri kadar da olsa ben gene her birinin eşiğine baş koyar da öyle geçerim.
Ey sevgilime varan yolun dört sâfî bekçisi! Ben, rûhumun istiklâline, size esir olduğumu öğrendikten sonra kavuştum.” diyerek gerçek sultanlığın Hakk’a boyun eğmekte yattığını bize usulca haber ediyor.
Niyet ettim eşiklere baş koymaya…
Halime Tezcan keyifle okudu ve haber verdi…