Türkoloji bölümüne devam etmeye çalıştığım yıllarda Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk’ını okurken karşılaştığım kesîf sembolizm, hikemi çağrışımlarda bulunurdu. Platon’un metinlerini okurken duyduğum pek çok benzer çağrışımı bu metinde de duyardım.
Çoğu zaman şöyle olurdu / oluyor: Derin mânayı haiz bir ifade duyup şaşkına dönerdim. Mâna, kendisindeki tasarrufun devamlılık sırrından olsa gerek etkileyip tutuklardı beni. Durdururdu. Sonraları benzer (bir) mânayı haiz ifadenin farklı bir üslup eşliğinde çok önceleri de ifade edildiğini işitince daha da şaşırır, itiraf etmem gerekirse, benzer (bir) mânayı sonra söyleyenin itibarı nazarımda yaralanırdı.
Hikemi çağrışımı önce söyleyen – sonra söyleyen yarıştırmasını bir tarafa koyacak olursam yaşadığım tecrübenin, bir ve benzer hikemi çağrıların her hâlükarda devam ettiğini, daimi olduğunu; hiçbir tekelinin olmadığını ve olamayacağını gösterdiğini ifade edebilirim.
Farklı zaman ve mekânlarda farklı üsluplar eşliğinde ifade edilip benzeşen / birleşen / birlenen mânalardan söz etmişken Hz.Ali’ye atfedilen şu sözün buraya misafir edilmesinde bir mahsur olmasa gerek: “İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı.”
Söz, anlamın misafir edildiği yere verilen addır. Yani misafirhanedir. Bir misafir, misafirlikte ne kadar kendi ise söz misafirhanesindeki anlam dahî ancak o derece kendidir. O yüzden anlamın misafir edilmesinden bahsettik. Anlamı bi-z-zât kendi evinde karşılamadık. Şimdilik.
***
Dedem Korkut’un hikayelerinde şimdiye söylenebilecek bir mânayı yakalayabilmek ya da hikayelerin esasta ne verebileceklerini anlayabilmek için Oğuzlar hakkında bilgi edinmek gerekir. Zira bu hikayelerin temeli büyük bir Türk boyu olan Oğuzlardır. Ne ki bu yazının maksadı, “Dirse Han Oğlu Boğaç Han” hikayesi üzerinden bir okuma / yorumlama denemesi yapmaktır.
Boğaç Han hikayesi üzerinde dur-ma / an-lama denemesinde beni kendilerinde dur-duran / an-layan mânaları üç başlık, üç açıklama notu üzerinden vermeye çalışacağım.
I. Hikemi Hazinenin Aktarımı: Oğul Atanın Sırrıdır.
Boğaç Han hikayesi Kam Gan oğlu Bayındır Han’ın Dirse Han’ı hor gördüğünün anlatımıyla başlar. Dirse Han’ın Bayındır Han tarafından hor görülmesi, kız veya erkek bir çocuğa sahip olmamasıyla açıklanır.
Bayındır Han tarafından verilen ziyafette Dirse Han’a takınılan tavır şu şekilde geçer:
“[Bayındır Han] Bir yere ak otağ, bir yere kızıl otağ, bir yere kara otağ kurdurmuştu. Kimin ki oğlu kızı yok, kara otağa kondurun, kara keçe altına döşeyin, kara koyun yahnisinden önüne getirin, yerse yesin, yemezse kalksın gitsin demiştir. Oğlu olanı ak otağa, kızı olanı kızıl otağa kondurun.
Ulu Tanrı oğlu kızı olmayanı hor görmüştür, biz de hor görürüz.”*
Doğrusunu söylemek gerekirse bu hikayeyi okuduğumda hikayenin oluştuğu kültürel iklimi hesaba katmaksızın bir anlık karşı-atakla (reaksiyonla) evladı olmayanın hor görülüyor olması canımı epey sıkmıştı.
Peki, evladı olmayan neden hor görülüyor?
Bu sorunun cevabı geniş coğrafi-tarihi zeminde derinlikli düşünmeyi gerektiriyor. Şüphesiz vakayı pek çok unsuru dikkate alarak değerlendirip yorumlamak gerekiyor. Bu ise yazının maksadını ve konuyla ilgili bilgi birikimimi aşacak bir adım. Bununla birlikte Türk nüfusunun etraftaki komşuların hepsinden az olduğu ve çoğalmak zorunda olduklarını ifade etmekle yetinelim.
Dedem Korkut’un mukaddimesinde yer alan kimi ifadeler, hikayelerden hareketle işaret edilebilecek farklı yorumlara olanak sağlayabilir.
Hikayelerin mukaddimesinde Dedem Korkut şöyle söylemiş:
“Oğul atanun sırrıdur, iki gözünün biridür.”
Oğul’un atanın sırrı oluşunu şu şekilde anlıyor ve yorumluyorum:
Ata, vâr ol-a-gelen Büyük Tecrübe** kudretiyle organik bağ içerisinde temellük ettiği hikemi hazineyi devam ettiren ve hatırlatan fonksiyonu içinde barındırandır.
Oğul ise bu zincirin varisi ve devam ettiricisi olarak adeta vâr ol-a-gitmek zorunda olana işaret etmektedir.***
Şu soruyu sormadan geçemeyeceğim: Oğul’u bir mefhum olarak ele alırsak -ki bu mefhumu, Büyük Tecrübe’nin varisi ve devam ettiricisi olarak yorumladık- pekala bu mefhumu, ortaya konan ürün, eser veya işe yarar bir şey yerine kullanamaz mıyız?
En azından üzerinde durmayı denediğimiz metin bağlamında sorunun cevabının olumsuz olduğunu söylememiz gerekiyor.
Bir kere Dirse Han sıradan biri değildir, Oğuz beylerinden biridir. Mesele ortaya konulan bir ürün, eser veya işe yarar bir şey olsaydı bunların çoğunu zaten ifa eden biriydi Dirse Han.
Hor görüldüğünde Dirse Han’ın şaşkınlığı ve sitemi şu şekildedir:
“Bayındır Han benim ne eksikliğimi gördü? Kılıcımdan mı gördü, soframdan mı gördü? Benden aşağı kimseleri ak otağa, kızıl otağa kondurdu; benim suçum nedir ki bana böyle davrandı?”
Oğul mefhumunu, Büyük Tecrübe’nin varisi ve devam ettiricisi olarak yorumladıksa bile metin bağlamında oğul’dan kastedilenin kanlı-canlı oğul olduğu anlaşılmaktadır. Belki oğul-kız evlat sahibi olmak üzerinden yapılan vurguyu insanî varoluşun sürekliliği bakımından değerlendirmek gerekiyor. Ve fakat şimdilik bu kadarıyla iktifa edilsin.
II. Önce Öl Sonra Ol!
Bayındır Han’ın ziyafetinde kendisine yapılan muameleyi hatununa anlatan Dirse Han neden topaç gibi bir evladının olmadığını sorar.
Dirse Han’ın hatunu şunu söyler:
“-Hey Dirse Han, bana gazap etme, incinip acı sözler söyleme!
-Yerinden kalk, otağını kur!
-Attan aygır, deveden buğra, koyundan koç kes!
-İç Oğuz’un Dış Oğuz’un beylerine ziyafetler ver!
-Aç görsen doyur, çıplak görsen donat!
-Borçluyu borcundan kurtar!
-Tepe gibi et yığ!
-Göl gibi kımız sağdır!
-Büyük ziyafet ver! Dilek dile! Olur ki bir ağzı dualının hayır duası ile Tanrı bize yiğit gibi
bir evlat verir.”
Dikkat edilirse bu ifadelerin tamamı, kendisinde var olan biriktirilmiş maddi gücün, bâ-husus ihtiyaç sahiplerine verilmesini vazeden ifadelerdir.
Dirse Han; açları doyurur, çıplakları donatır, borçluları borçtan kurtarır ve büyük ziyafetler verir. Bir ağzı dûalının hayır dûası ile çocuk sahibi olur. Büyük Tecrübe’nin ve Hafıza’nın devam ettiricisi dünyaya gelir.
Bakın Dedem Korkut mukaddimesinde ne diyor:
“Er malına kıymayınca adı çıkmaz.”
Zannımca, burada geçen “adı çıkmaz” ifadesini “sırrı çıkmaz” olarak da kullanabiliriz. Buradaki sır kavramını şu şekilde uy-dur-u-yorum: İnsanda durağan olarak bulunup açığa çıkartılması gereken yeti / imkân.
Ad ile Sır’rı denkleştirdik. Ne ki bu, bir bahs-i diğer.
Dikkat edilirse adın çıkması da konması da bir anda olmuyor. Ad doğar doğmaz değil, doğup belli bir yetiyi öne çıkaran ve ifa edene veriliyor. Ve dahî kişinin adı hemen çıkmıyor, bunun için / bu uğurda ödenmesi gereken bedeller var.
III. Modern Boğalar ve Biz
Boğaç Han hikayesi genelde ad koyma hikayesi olarak bilinir. Boğaç Han’ın ad alması da çoğunlukla boğayı yenmesi üzerinden temellendirilir. Zira Dirse Han’ın oğlu meydanda üç arkadaşıyla aşık oynarken salıverilen boğa bunlara doğru gelir, üç arkadaşı kaçar fakat Dirse Han’ın oğlu kaçmaz, meydanın ortasında boğayı bekler. Boğa kızgınlıkla oğlanın üzerine gelir. Oğlan yumruğunu şiddetle boğanın kafasına vurur. Ne oğlan boğayı yener ne de boğa oğlanı.
Önemli olduğu için aynen aktarıyorum:
“Oğlan fikr eyledi: Bir dama direk vururlar, o dama destek olur, ben bunun alnına niye destek oluyorum, duruyorum dedi. Oğlan boğanın alnından yumruğunu giderdi, yolundan sövüldü. Boğa ayak üstünde duramadı, düştü tepesinin üstüne yıkıldı.”
Burada dikkatimi çeken iki husus şudur:
Birinci olarak Boğaç Han’ın ‘Boğaç’ adını almış olması salt boğayı yenmesinden, yani bedensel güç göstermesinden değil, aynı zamanda fikr-eyle-yebilmesindendir. Zira unutulmasın, Dedem Korkut, ismi verdikten sonra Boğaç Han’a olan övgüsünde iki şeyi tekrarla vurgular: “Erdem ve Hüner”
İkincisi ve bence daha önemli husus, Boğaç Han’ın fikr-eyle-diği şeydir. Burada çok önemli bir remiz asırlar öncesinden bize seslenir gibidir. Bugün karşımızda savaştığımız bir boğa yok fakat boğadan daha yıkıcı bir şey, yabancı–kavramlar, yabancı-zeminler, yabancı-dayanak noktaları**** var. Sahip olunan Büyük Tecrübe’nin üflemediği, rûhsuz kavramlar, rûhsuz zeminler, rûhsuz dayanak noktaları…
Evet, bugün bizimle, bizi biz yapan Büyük Tecrübe kodlarıyla ilgisi olmayan kavramlar ve bunları önümüze koyanlar modern boğalardır. Modern boğalar kendi kavramlarını / kendi vâr oluş zeminlerini yegâne zemin olarak konumlandırıp kendi has zeminimizin körü olmamız için d i r e t i y o r. Elbette bu tek taraflı bir diretme değil. Biz de fikr-eyle-yemediğimiz müddetçe kendi has zeminimizin körü olmak için d i r e t i y o r u z.
Bize ait olmayan bir dama dayanak noktası olmamak için Boğaç Han’ın önerisi: Bırakın düşsün!
AÇIKLAMALAR:
* Açıklama 1: Boğaç Han hikayesiyle ilgili alıntılar şu iki kaynak esas alınarak yapılmıştır:
1) Orhan Şaik Gökyay, Dedem Korkudun Kitabı, Kabalcı Yayınevi 2007.
2) Hayati Develi, Dede Korkut Hikayeleri, Alkım Yayınevi 2008.
**Açıklama 2: ‘Büyük Tecrübe’ ifadesini, her medeniyetin kendi zemin ve zamanına mahsus olmak üzere; elbette tarihi ve coğrafi şartların etkileyen yönleriyle birlikte an’ânevi olarak uzun süreçler sonucunda yaratılan, kimi yerlerde d u r a ğ a n kimi yerlerde de d e v i n g e n ‘İlke’ yerine kullanıyorum.
***Açıklama 3:Sonraki iki başlık ve genel olarak yönteme ilişkin bir iki husus söylenmeli. Şüphesiz burada yer alan kimi ifadeler aşırı-yorum olarak değerlendirilebilir. Bu ve benzer şifahi ürünler ele alınırken dikkatli okuyucu, daha doğrusu bir yandan metnin (şifahi ürünün) oluştuğu kültürel iklime gidip diğer taraftan kendi kültürel ikliminde olan kişi metni yeniden yaratır. Metinde kimi çıkarımlarda bulunur. Elbette bu herkesin hakkı değil, olamaz da. Kendi kültürel iklimini iyi gözlemlemekle kalmayıp bu atmosferi oluşturan unsurları tek tek usanmadan bıkmadan soluyan ve hisseden kişinin hakkıdır bu. Örneğin, metine ilişkin yorumlara, metinle hiç alakası yok denilebilir. Buna karşın yorumda bulunan kişi;
a) Metin ile metnin işaret ettiği kültürel kod arasındaki ilişkileri irdeler, gerekiyorsa çıkarımlarda bulunur.
b) Metinle alakası olmayan ya da metnin içinde durağan olarak zaten var olan unsurları ortaya koyar. Büyük Tecrübe’yle iletişimini koparmamış her namuslu ve insaflı zihin çoğu kere haklı çıkar bu yeni yaratımlardan. Böylece her an yeni bir rûh üflenir kadîm Büyük Tecrübe’ye.
****Açıklama 4: Yabancı-kavramları, yabancı zeminleri, yabancı dayanak noktalarını niçin yadırgayalım. Nitekim düşünme meşguliyeti yabancı kavramları yadırgamakla îfa edilemez. Homojen ortamda fark etme imkân ve zenginliği ıskalanacağı için düşünce faaliyeti daha baştan kısır döngünün içinde bulacaktır kendisini.
İşaret edilmek istenenin bir tür ‘yabancılık’ aleyhtarlığı olmadığı; dahası ‘farklı yabancılıklar’ın, zengin düşünce meşguliyeti için olmazsa olmaz olduğu vurgulandı.
İşaret etmek istediğimiz tedirginlik şudur: Kendi Büyük Tecrübe’mizle ilgisi olmayan ısmarlama kavramlar/ zeminler/ dayanak noktaları üzerinden hayatımızı devam etmeye zorlamak dolayısıyla ısmarlama dayanak noktaları uğruna kendi var oluş zeminimizi ıskalamak.
Bu durum çoğu defa sadece bir ‘k a r ş ı – a t a k’ (reaksiyon) doğurur. Bütün enerjimizi sadece ‘k a r ş ı – a t a k’la kullanmış oluruz. Bu enerji kaybı aynı zamanda bir ‘a t a k’ (aksiyon) oluşturma potansiyelimizi bitirir.
Kor Kut sahibi dedemin rûhunu incitmemiş olmak ümidiyle…