Ben bir ulu şara vardım
O şarı yapılır buldum
Ben dahi bile yapıldım
Taş ü toprak arasında
Hacı Bayram-ı Veli(k.s)
Dar geçitlerden ulu bir saraya giriyorum. Satır aralarından, hikmet burcuna; gönül kapılarından, canlar meydanına…
Omuzlarımda sayfalarca kelimeler… Başlıyorum; anlamak, eğrileri doğru kılmak için. Azığım bir parça sükûn…
Yedi pencerenin yedi perdesini aralıyorum. Yükleniyorum mermerden kapıların ardına sığdırılmış Kant’ın mutlak esaslarına, Nietzsche’nin ebedi hicranına, Eflatun’un mahrem mührüne, Gandi’nin kavgada, orada olmayışına, Borges’in dönüp durduğu labirentlere, Eliot’ın çorak ülkesine…
Sonra içine alan bir rahmanilik rüzgârı… Özlemden gelen bir sofraya oturtur. Bir tutam şifa bulmak uğruna bağdaş kurarsın sofraya; Attar, Senai, Şebüsteri, Mevlana, Molla Cami, Yunus Emre, Niyaz-i Misri… Seni doğrultmak için tüter buğuları. Şûh lakabını kazanmış Nedim tutar elini, Fuzuli’ye fütursuzca Leyla ü Mecnun’daki Leyla’nın kim olduğunu anlat dersin. Şarap başka şarap olur Nabi’nin elinden içersen.
Başlıyorum, anlamak ve eğrileri doğru kılmak için. Azığım bir parça sükûn…
Meyhane vatan, can mest, gönül bir han… İhtişamlı saraylar, hicran kuyusu…
Pir-i Mugan, muğpeçe, sâki, câm-ı cemâyin… Yunus Emre’nin “İki cihan zindân ise gerek bana bostan ola / Artık bana ne gam gussa çün inayet dosttan ola” mısralarına kadem bastım, kandım. Kanmanın adının gerçek olduğunu haykırarak… Kozanın içine giren ipek böceği misali, yerden göğe miracımı beklerim.
Süleymaniye’de çeşmelerinden bal ve süt akan bir dertli günün bereketinde Su Kasidesi’nin âteşinde doğdum. Oğuz soyundan şanlı bir nişanla mühürlenmiş bileklerim. En büyük hakanın soylu postunda uyutuldum. Göğün kat kat derinliğine uzanan minarelerden duyuldu ismim. Bal peteğinin altın tertibinden, gülün tozundan beslendim. Kadir bilir sultanların dizleri dibinde, Hayy ismin okuduk, can bulduk seherlerde. Gözyaşlarım şehit şehit kerbela… Ellerimizden damlayan mürekkep, beyazlığı görülmemiş sahifelere öyle dökülmüş ki gönüldeki hasret cemal bulmuş. Kendi mührünü vurmayı bilmiş, bu benden değil, diyerek büyütülmüşüm.
Güzelliğin şehrinde oynaşırken veba salgınıyla yıkılır yurtlar. Yeryüzünden gökyüzünden hastalık tozar her yana. Sis, şehri kaplar. Gölgemin arkasına sığınan korkular. Hayat tek çekimlik nefes ile tükeniyorken yorgunluk gözlerimizden akmış, dirilmeye hasret şişkin gözlerimiz kapanmakta kararlı. Boşlukla örtülü puslu hüznümün efsanesiymiş meğer unutulmuşluğum. Yakıcı bedbinliğimden… Şimdi moraran ellerimi kim ısıtır? Yalnızlık, serkeşlik, pervasızlık tutkusunun iç titreten ayazında iliklerime işleyen karanlık, soğuk, kırık bir hayâlin mezar taşına sığınır; “kadrin ancak musalla taşında” diyerek. Çünkü, çünkü “seni yaşamak için” yazıyorum… Beklemelerimin kıyısında nasipsiz balıkçı… Ziyan…
Firari ruhuma dokunan, yaklaşırsa canımın acısına acı katacak, bitkin kararmış sayfalarımdan canhıraş kaçıyorum. Korkuyorum.
Oysa sayfalarca kelimler omuzlarımda idi. Zavallı paragraflar, biçare ömrüm gibi yıkılıyorlar… Ziyan…
Sarıldığım âcizliğim, çömeldiğim yerde titremelerim “kiralık değil” “satılık değil” Silahlara değil, silahlandırılmış ruhuma! Doğuş tarihimin kayıtsızlığına ve soysuzlaştırılmasına, hayat damarlarımın kurutulmasına… Aşılmaz ve anlaşılmaz bir şekilde yalanlarla dolu sahteciliği büyük başkaldırının sûr’u ile kutsal kitaptan hız ve ilham alarak… Eri, ereni, piri ile…
Başlıyorum, anlamak ve eğrileri doğru kılmak için.
Bu yoğruluş, kan ter içinde bir yoğruluş. Öyle bir yoğruluş ki bu, dünyayı ahiretin parçası yapan. Çirkinliği ve güzelliği ile her şey bu dünyanın içinde damarlarımıza sızar, cenneti ve cehennemi, güzeli ve çirkini aynı dünyayı iki uçtan arşınlar.
Fırtınalarla yalpalanan deniz, gavvaslara yollarını açmıştı çoktan. Denizin sonsuz çalkantılarında bir oraya bir buraya savrulan, kaybolan, kutlu ülkenin seferîleri hep aynı suali sorar: “Seni bulan neyi kaybetti, seni kaybeden neyi buldu?”
Ve “insan” hikayesi ile başlar. Belki çok yoksul, belki çok zengin. Benlik tutkunu olur (ya da olmaya yüz tutar) yakan kavuran kumları, ferahlatan suyu, kavuşturan rüzgârı unutacak kadar kör eden renkler dünyasında kaybolur. O, kendine hep yabancıdır aslında.
Gün gelecek beşeri bu vücut, bu akıl, bu gönül bütün peşin hükümlerini; onu kaybeden, uyutan, oyalayan, iğreti benliğini; haz ve elemlerini mukaddes bütünü paralamadan, usulca terk edecek. Ebedi hicranı, kendi hicranı gibi yaşayarak, ilahi tuhfe olarak özüne dönecek lâkin suretler silinip gidecek. Bütün bu çer çöp savrulup “o” ruh denizi dalgalanıp coşacak. Lâ Kelâm…
Ey, güzelin seyyahı olan gönül! Yolu bul!
Allah güzel, güzeli sevmede.