Bir yazarı kitaplarından, fikirlerinden tanıyabilirsiniz. Ve belki seversiniz.
Alev Alatlı’yı kitaplarından sevdim ama en çok Günay Rodoplu üzerinden sevdim. Günay Rodoplu, yazarın “Orda Kimse Var mı?” nehir roman dörtlüsünün kahramanı. Ben Günay Rodoplu’da kendimi buldum. Belki olmak istediğim, olmaya çalıştığım, idealize ettiğim, bir yolunu bulup gerçekleştiremediğim hayatı buldum. O, benim köşe taşlarımdan biri oldu.
“Zekâ, cesaret ve iyi niyetin birleştiği noktaya erişmek istiyorum. Bir şeyden korkacaksam parasızlıktan değil, kendi gerçeğimi bulamamaktan korkmak istiyorum. Parça başı doğrularla avunmak yerine bütünü kucaklamak istiyorum. Ağzımdan çıkan her sözün, her kelimenin doğru olmasını istiyorum. Ayağı yere basmayan bir malumat istifçisi, bir akademisyen olmak istemiyorum. Kişiliğimin temelini içtenlik oluştursun istiyorum. Gevezelik etmektense yapmayı, yaptığımla söylediğimin bir olmasını istiyorum. Kusuru başkasında aramaktansa kendimde aramak istiyorum. Eğer bir şeyden sıkılacaksam ünlü olmamaktan değil, yeteneksiz olmaktan sıkılmak istiyorum. Ölümünden sonra adımın anılmayacağını bilmek hoşuma gitmiyor. Alçakgönüllü ama yapıcı olmak istiyorum. Az ve öz konuşmak istiyorum. En zorlu kazanımlarımın tanıksız kalmasına üzülmemek istiyorum. Davranışlarım, bütün ulusların gelecek kuşaklarına örnek olacakmışçasına yaşamak, ağzımdan çıkan her kelime dünyayı etkileyecekmişçesine özenle konuşmak istiyorum. Bana yapılmasını istemediğimi başkalarına yapmak istemiyorum. Ama karşılıklılık istiyorum. Kötülüğü iyilikle karşılamak istemiyorum çünkü o zaman iyiye vereceğim şey kalmıyor. İyiliği iyilik, kötülüğü adalet karşılasın istiyorum. Bayağılığı değil, yüceliği ululamak istiyorum. İçimden herkese karşı gürül gürül duygudaşlık aksın istiyorum. Benden üstün olanları kıskanmamak, onlarla eşitlenmek için gayret göstermek istiyorum. Alçaklarla karşılaşınca da yine dönüp kendime bakmak istiyorum çünkü biliyorum ki türdaşlarımızla paylaşmadığımız niteliğimiz yoktur. İftiradan uzak durmak, bu söylediğimin doğru olduğunu sahiden biliyor muyum diye kendime hiç durmaksızın sormak istiyorum. Herkese karşı nazik olmak, herkesin hatırını saymak, sadık ama kimsenin yardakçısı olmamak istiyorum. Hepsinden öte, hayatın her anını ciddiyetle, saygıyla karşılamak istiyorum.” diyordu ve ben buna bütün varlığımla katılıyordum.
Rodoplu; ülkesinin acılarını, çıkmazlarını, geçmiş ve bu günkü hikâyesini ve insanoğlunun yeryüzündeki macerasını çok iyi bilen bir aydındı. Ve bu günle beraber geleceğin endişesini yüreğinin tâ en derinlerinde hisseden bir kadın kişi. Olayları, insanları anlatırken toplumsal ve bireysel arka planlarını göz ardı etmeden neden sonuç ilişkileriyle önümüze her biri için ayrı ve upuzun bir hikâye sunmasından bilgi ve sevgisini anlayabilirdiniz. Sanki her biri için toplum vicdanından anlayış bekliyordu. Onlar namına herkesten bir çeşit özür diliyordu sanki. Günay Rodoplu yerliydi, bizdendi. “Biz apayrı bir medeniyetin çocuklarıyız; bambaşka ölçüleri olan, çok daha eski, çok daha asil, çok daha insanca…” demesinde tüm insanlar, hatta yaratılmış tüm canlılar için bir emniyet sübabı olabilecek potansiyelin, milletinin toplumsal hafızasında kayıtlı olduğunu ima ediyordu. Ve Kendini “Kızıl Tuğ” kadar Türk görüyor, bunun “anlaması” için bir avantaj olduğunu söylüyordu. Ülkücüleri, solcuları, İslamcıları hatta Kürtleri… Hepsinin tarihini çok iyi biliyordu.
Fakat insanını anlamaya çalışması, sevgi ve umutla yaklaşması hayal kırıklığına, ihanete uğramasına, büyük acılar çekmesine engel değildi. Cehaletin, vurdumduymazlığın, arkadan vurmaların, çıkarcılığın kol gezdiği dünya yüzünde kendini bütün safiyeti, bilgisi, dürüstlüğü, aşkı ve fedakârlığıyla apaçık ortaya koyan bir insanın yenilmesi kaçınılmaz değil midir? Belki Rodoplu’nun şanssızlığı (ya da insana olan güveni, umudu diyelim) sloganlardan medet uman, bilgiyi değil, ezberlenmiş kalıpları şiar edinen, yürüdüğü yolda çıkarı için her şeyi mübah gören hem de bunu toplumu için yaptığını iddia eden, düşünme tembeli, bencil, çıkarcı erkeklere âşık olmasıydı. Beraber yürümek istediği erkekleri içinde yüceltirken, onlarda birer yiğit görme çabasında iken aslında onların şahsında vatanına olan aşkını görüyordum. Fakat sosyal demokrat, ülkücü hatta Kürt ve solcu erkekler; ülkemin sığ, temsil ettiği değerleri içselleştirememiş, kadını küçük gören, hazımsız ve nasıl olursa olsun yeter ki iktidar olsun diyerek bu yolda her şeyi mübah gören, ölüsevici erkekleri onu öldürdüler. Aslında Rodoplu’ya ihanet ederken vatanın geleceğine, umuduna, kendilerinin ise “insan” olabilme potansiyeline kıyıyorlardı.
Kahramanın kadın oluşu, akıllı ama vicdan ve merhamet yüklü oluşu, önemsediğim değerleri savunuşu etkilemişti beni, evet… Ama önemli bir sebep de ne yazı ki toplumumuza dayatılan medya ve edebî eserlerdeki kahramanların o ne idüğü belirsiz, Batı’dan angaje, şımarık, “kültürel-dinî kimliğini” yok sayan, insanına yabancılaşmış, bilmediği/öğrenmek istemediği değerlerin tartışmasını ukalaca ve acımasızca yapan; “halkçıyım, demokratım” ezber nutuklarının altında benmerkezci, kendisine benzemeyenlere tahammülsüz, üstten bakan yarı aydın tipinin tam tersi oluşuydu. Evet, Alev Alatlı’nın deyimiyle “Aydın Despotizmi” diye bir şey vardı. Ve Türk halkı, hatta muhafazakâr entellektüeller yıllarca buna maruz kalmıştı. Artık ne olduğunu o güne kadar bilemediğim tahammülsüzlüğümün sebebini anlıyor ve değişik açılardan olaylara bakmayı daha çok önemsiyordum. İdeolojilerin hatta inançların tartışılabileceğini, teyakkuzda bir vicdanla sahicilik, dürüstlük, adalet, edep, tefekkür ve umudun vazgeçilemez insanlık düsturları olduğunu aklım bir kere daha teyid ediyordu. Onun ata ruhları da “Bilgiden korkma! Düşünmekten korkma! Araştırmaktan korkma! İnsanlardan korkma! Dal, gitsin!”demiyor muydu?
Ata ruhları, hikmet sahipleri… Lao Tzu, Konfüçyus, Hazret-i Muhammed, Kropotkin, Marks, Beaudelaire, Schweitzer, Hallac-ı Mansur, Mevlana, Hacı Bektaş-ı Velî, Ali Şeriati, Kazancakis, Cemil Meriç… “Lao Tzu’dan bu yana bütün Ata ruhlarım! Ve hepsi, Müslüman! Hepsi Kırklar! Bunlar Kırklar’mışlar ve Dörtyüzkırklar, Dörtbindörtyüzkırklar, Dörtmilyondörtyüzbinkırklar olacaklarmış, öyle söylüyorlar!”