Seninle konuşmaya devam ediyorum hayalimde. Şimdi yaşıyor olsaydın ne kolay olurdu sana ulaşmak. Komşuyuz ya şunun şurasında! Âh, nasıl da geç kalırız istediklerimize çoğu zaman! Erken zamanlarda ise habersizizdir hayatımızdaki kıymetlerden.
Ne çok konuşacak, soracak şeyim olurdu sana Safiye Hanım. Hissedip dile getiremediklerimi sen bir bakışta anlardın eminim. Yazılarını okurken o kadar seninle dolu oluyor ki içim! İşte onun için sen de içimi okurdun. Ben yazılarını, sen içimi okurdun. Şimdi sen yoksun ve şu an bir yazın da yok önümde. Sadece onların bir zamanlar bana kattıkları, bende bir yerlerde duruyor olmalı. Şu an düşünüyorum Safiye Hanım. Bu kıyıdan karşı sahile bakarken yazdığın yazıyı bu Ramazan bir daha okumayacağım. Sadece aynı yerden aynı tarafa birlikte bakıyormuş gibi, ama kendimi dinleyerek yazacağım. Bana kattıkların bir yerlerde duruyor nasılsa. Bana ait, bana has, kendim gibi yazacağım. Kaldığım yerden yazacağım.
“Sahur Vakti” sabır, hasret ve beklemekti. Bu kelimeleri seçtim yazından. Yazının bendeki yansımasından… Aynı kıyıdan, aynı tarafa senden yıllar sonra, ama seni kendine çok yakın bulan ben, yeniden, kendim düşünmeyi seçiyorum.
Beklemeyi düşünüyorum…
Bu ramazan da iftar saatini gün boyu beklemekle geçiyor. Bekleyerek gün geçiriyoruz… Beklemesek vakit geçmeyecek gibi! Bekleyince geçiyor mu? Bekleyince ne ile geçiyor? (Bu sorulara yüzümde imâlı bir gülücük eşlik etmekte. Sen beni yine anlıyorsun…
Ramazanın mûtad beklemesi, kelimenin başka mecralarda aranmasına götürüyor beni yine. Bazen birinin gelmesini bekliyoruz. Verilmiş bir randevu sürecinde buluşmayı bekliyoruz. Yâhut muhal bir zamanda, belki kimliği belirsiz birinin gelip bir şeyleri değiştirmesini bekliyoruz.
Ömrümüz beklemekle geçmekte… Bir işe başlayınca bitmesini bekliyoruz hep. Neticeyi bekliyoruz.
Beklerken ne umar, ne ile bekler insan?
Ümitli bir heyecanla mı bekler; korkuyla titreyerek mi, sabırsız ve telâş içinde mi, şikâyetsiz bir olgunluk ve görgülü bir terbiye ile mi?
Beklediğimizi fark ederek mi bekliyoruz? Yoksa beklediğimizin dışında da bazı şeyleri fark ediyor muyuz?
Diyorum ki; bütün beklemelerde insan kendini bekler… Kendindeki hakikati bekler… Vücut ölümü beklerken ruh ten hapsinden kurtulmayı bekler. İnsan fâniliğin hudûdunda, bâki olmanın ölümsüz emniyetini bekler. Hülâsâ insan ebediyeti bekler. Bilse de bilmese de!
Ebediyet ne idi, biz ölümlü ve neticeyle meşgul faniler için? Neticelendirdiğimizi zannettiklerimiz gerçekten sonlanıyor muydu, yoksa farklı biçimlerde devam edip değişik mecralara mı yollanıyorlardı? Ve biz onları takip edebiliyor muyduk? Peki, hangi noktada elde edilen neticeler bizi tatmin ediyordu? Ya da nerede pes edip vazgeçiyorduk? Bu vazgeçiş bizi kendimizle ilgili bir hayal kırıklığına mı sürüklüyordu, yoksa üzerini örtüp yola devam mı ediyorduk? Olaylara, insanlara, zamana ve şartlara göre değişik cevapları olabilecek sorular…
Beklemek… Ve ebediyet… Ebediyet, içinde olununca beklemenin bittiği yer olsa gerek. İnsan ebediyeti isteyerek bekleyen bir varlık ise, içinde ebediyeti hatırlatan bir şey olmalı.
Safiye Hanım, aynı sahilden karşı kıyıya bakıyoruz… Sen hasret, sabır ve beklemeden soyunmuş, gülümseyerek duruyorsun arkamda. Bakışınla bana yoldaşlık ederken, yarattığın hissiyatla bir şey işaret ediyorsun.
Aynı sahilden karşı kıyıya bakıyoruz…