Türk Müziği Düşüncesi Üzerine Bir Deneme
Bizim dünyamızda müzik kültürünün, özgün kökleri ve geleneği olan bir düşünce disiplini özelliği taşıdığının bariz göstergeleri vardır. Bu dünyada müzik, ontolojinin neredeyse bizzat kendisi olarak ortaya çıkar. Bu sebeple “varlık”ın anlamına ilişkin bir derdi olmayan sesli sanat eserlerini “Türk Müziği” olarak adlandırmakta zorlanıyoruz.
Buradan devam edecek olursak müziğin ortaya çıkışının, gökten zembille inen “kutsal” bir kaynağa dayanmadığını ve müziğin, sanatçının yalnızca kişisel tecrübelerinin eseri olamayacağını, “kaide”den azade bir yaratım sürecinin bütün sanatlarda olduğu gibi müzikte de mümkün olmadığını ifade etmek gerekiyor. Günümüzde özellikle müzik eseri icracılarının neredeyse kutsanması; genelde sanat, özelde müziğin endüstriyel kaygılarla yapılan bir metaya dönüşmesinden kaynaklandığını ve bu sanat dalındaki yozlaşmanın, sanatın bir tüketim malzemesi olarak algılanmasını tahkim ettiğini görüyoruz. Bu olumsuz evrim, bilhassa Türk Müziğinin kültürel yaşamımızdaki hayati öneminin ihmal edilmesine dolayısıyla eğitimle olan direkt ilişkisinin önemsizleştirilip müfredatın dışında tutulmasına yol açmıştır. Aynı yaklaşım, müziğin popüler kültür tarafından sadece duygusal coşkunluğun dışavurumu olarak algılanır olması sonucunu doğurmuştur. Hâlbuki müziğimizde, özellikle sözlü eserlerde, muhtevanın derinliği, yorumcunun sesinin gücüne mahkûm olmamıştır. Burada kişisel olarak sözde çok güçlü oldukları söylenen sesler tarafından icra edilen eserlerde hanendenin, içeriğin yüklendiği anlamdan hicap etmeden sesini ön plana çıkarmaya çalışmasının bu sanatın edebine aykırı olduğunu düşünmekteyim. Böylelikle yetkin yorumcu tanımının bu edep dairesi içerisinde değerlendirilmesi gerektiğinin önemini vurgulamış cüretimin mazur görüleceğini umuyorum.
Kadim Türk kültür hayatı, müziği varoluş kaygısı ile yaptığı gözlem, araştırma, her türden deneyim ve kalbi ile düşünmenin gayretiyle üretmiş ve günümüze ulaştırabilmiştir. Seslerin uyumluluğuyla duygusal etki alanı yaratan müzik, bilinmeyen mistik kaynaklardan gelen ve tanımlanamayan bir üretim sürecinin eseri olmadığı fikrini takip ettiğimizde müziğin asil bir kaynağa sıkı sıkıya bağlı olması zorunluluğunu apaçık görürüz. Kültürümüz her alanda olduğu gibi müzik üretimi alanında da kendi saf üslubunu geliştirirken köklerinden kaynaklanan özgüvenle serüveni boyunca karşılaştığı benzer türler karşısında manevi bir karmaşa yaşamadan anlatımını güçlendirecek nitelikli her unsura gerek teknik boyutuyla gerekse içerik çeşitliliğiyle kucak açıp bünyesinde hazmetmeyi başarabilmiştir. Bu kabiliyet insanlığın Türk Müziğini anlayacak düzeye gelebileceğini umduğum yeni asırlarda onun cihanşümul çağrısının daha anlaşılabilir olmasına yardımcı olacaktır. Anlatmaya çalıştığımız özgün tavır özellikle müzik sanatında hayatta karşılığı olmayan bir çıkmaza sürüklenmeye asla müsait değildir çünkü onun hayatı doğum ve ölümle sınırlı nihilist bir anlayışla şekillenmemiştir. Daha rikkatli bir gözle bakarak ifade edecek olursak müzik için kendi özgün makam anlayışını yaratan bu zihin dünyasının yine kendi gerçekliğinden yola çıktığını görüyoruz. Rahvan, tırıs, dörtnal adeta vd. ile kardiyografisini kendi üslubuyla çözümleyip yaşamının en hakiki parçalarını dolayısıyla hayata bakışını kendi ritmiyle anlatmayı başarabilmiştir. Bu sebeple hakikati tam olarak yaşadığı zemin ve zamanda keşfedebilme becerisini gösterir.
Dünyâ diyerek geçme sakın, burdadır her şey
Mîzân ü sırât’ı mutlaka orda mı sandın
Bu dizelerdeki deruni kavrayış irfani geleneğin ritmini kendi doğasında bulduğunun yazılı belgesidir. Bu şuurlu duruş, bilinmeyen kaynakların dayatmasına kulak vermez; hasseten bilmek ister, tabiri caizse kendi dinini kendisi oluşturur ki ünsiyetin başka türlü gerçekleşmesi düşünülemez.
Fevkalade bir farkındalığın eseri olan bu yaşam tarzı, her aşamasında kendi ritminin yorumunu güncelleyecek seyrinde sadık bir “turna” hassasiyeti gösterir, böylelikle önyargısız ve dingin bir üsluba ulaşarak teskin olmayı temenni eder. Tarihin herhangi bir diliminde hayali bir dünyada saplanıp kalmamak için bütün sahada bu üslubun yeniden keşfedilip zamanın ruhunun aynı diri anlayışla bir daha yaratılması, önümüzde duran en acil kültür meseledir.
Maalesef her alanda olduğu gibi müzik sanatında da aşamadığımız eşik, kendi gerçekliğimizi yüz çevirmiş olmak ve hakikati statik söylemler içinde aramaktan kaynaklanmaktadır. Yeni yazı, yeni bir hayat ve yeni bir müzik geliştirmekteki zaafiyetimizin en önemli sebeplerinden biri olarak klasikle olan bağımızın kopmasını gösterebiliriz. Klasikle ilişki kurmakta kastedilenin, onun ezberlenmesi veya yıl dönümü etkinliklerinin bir çeşnisi olarak araçsallaştırılması değil, bizzat onun üretim sürecinin ruhunu kavramak olarak anlaşılmalıdır.
Müzik üzerinden devam edecek olursak “klasik” derken anlaşılanın, ontolojik bağlarına sıkı sıkıya bağlı müzik eserlerinin üretim süreci olduğunu kastettiğimizi belirtmekte fayda var sanıyorum. Klasikten dolayısıyla gelenekten koparak sanatımızın, dayandığı eşiği bir türlü aşamayışının sebeplerini araştırdığımızda “Milli Kültürümüzün” kendine yabancılaştırılarak kültürün kendini yenilemesine izin vermeyen malum “çağdaşlaşma”nın iktidarları tarafından bir proje olarak geliştirildiğini görmemek için kör olmak lazım gelir. Fakat bu acı gerçekten daha acı olanı ise projenin hayata geçirilmesine sebep olan boşluğu bizzat kendi ellerimizle yaratmış olmamızdır. Bu boşluk, yüzyıllar içinde oluşmuş olmakla beraber üzerinde çok az düşünülmüş, zaten çok zor yetiştirdiğimiz ilim erbabının önemli bir kısmı tarafından da maalesef önemi anlaşılamamıştır. Bu noktadan itibaren konunun genişliği ve ilmi sınırlarının çapı, şahsımı aştığı için sadece yarayı deşmekle yetinmek zorunda kalacağım.
Günümüzde “Türk Müziği” adı altında birtakım kategorizasyonlar ısrarla dayatılmaya çalışılmaktadır. “Türk Sanat Müziği” tanımı, bunların içinde en anlaşılmaz olanıdır. Sanki sanatı olmayan bir “Türk Müziği” varmış gibi yanına “Halk Müziği” iliştirilerek yüceltiliyormuş görünümlü bir aşağılama gizlenmiştir. Yani “Türk halkı sanat yapmaz, o yapılmış olan her ne ise adı Halk Müziğidir.” Bir zamanlar Türkçe sözlü hafif müzik daha sonra Türk hafif müziği gibi evlere şenlik bir tür de icat etmişlerdi. Bunların çoğu Amerikan Country, Flamenko ve eğlence amaçlı Batı pop müzik eserlerinin aranjesi olarak “millet”ten alınan vergilerle yayın yapan resmi basın-yayın organları tarafından şuursuzca gündelik hayatın bir parçası haline getirilmesi sağlanmıştı. Oysa ontolojiyle bağı olmayan hiçbir eserin Türk Müziği literatüründe anılmasının mümkün olmadığı, yeni yeni anlaşılmaya başlanmıştır. Buna da şükür, diyerek yolumuza devam edip yaralarımızı sarmaya başlamaktan ve düştüğümüz yerden kalkmaktan başka bir çare görünmemektedir.
İçeriğini varoluşuna verdiği anlamın edebiyatıyla yükleyen bir sanat olarak Türk Müziği, bu kutlu anlamı Kökses‘te (Buradaki Kökses müzik literatüründeki kök ses ile karıştırılmamalıdır. Kökses Türk Müziğinin melodisinin ruhumuzda kaçınılmaz olarak uyandırdığı çağrışıma verilen yeni bir tanım olarak acizane yakıştırılmıştır. Kısaca melodi, nağme ve ezginin yanında Kökses tanımını mümkünse benimsemeye çalışacağım.) ulaştığı yüksek müzik mimarisi yoluyla duygu alanına çoğu zaman söze ve kelimelere gerek kalmaksızın sözünde fevkini aşan “ses anlatısı” (Kökses’in seyir üslubu) yoluyla daha yoğun olarak ulaştırabilmeyi başarmıştır. Günümüz için Kökses’in anlatımının sırrını açabilmek bize yetmeyecektir, onun sadece teknik olarak çözülmesiyle geliştirilebilmesi mümkün görünmüyor çünkü bu safha birbirini tekrar etmekten başka bir işe yaramayacak anlamsız enstrümantal oyunların bizi oyalaması demek olur ki biz buna gürültü diyoruz. Müzik sanatımızda Kökses’in klasik yorumlarının gelişebilmesi için onun besin kaynağı olan ontolojik muhtevanın bizim tarafımızdan yeniden anlamlandırılması, hayatımızın bütün alanlarında bire bir karşılıklarının bulunabilmesi gerekmektedir. Eskinin tekrarı hoş bir duygu yaratabilir ama ezber olmaktan öteye geçemez. Bizzat keşfetmekten başka yol görünmüyor. Yüzlerce yıl önce ölmüş olanların bizim adımıza yaşamalarını beklemek ne kadar boş bir bekleyiş ise ölülerin bizim adımıza anladıklarını ve bizim adımıza yarattıklarını zannetmekte aynı beyhudeliğin yanılsamasıdır. Ne Meragi ne Itri ne de bir başka dehanın bizim için yepyeni bir müzik geliştirmeleri, içeriği bizim için yeniden anlayıp Kökses’i bizim adımıza duyumsamaları eşyanın tabiatına ters olduğu için kendi dünyamızın bütün hayati şubelerini en içten haliyle kendi ellerimizle yaratmadan kendi müziğimiz de olamayacaktır.
Kökses tanımını, kadim müziğimizin içeriğindeki anlamın sınırsız aktarımını sağlayan enstrümantal yönüne mümkün olabildiğince kuşatıcı bakabilmemizi sağlayabilir, ümidi ile önermekteyim. Kök, varlığımızın asaletine şehadet imkânı sağlayan aynanın kendisidir. “Kökses”in, kök kelimesinin Türkçemizin etimolojisindeki “köklü” yerine atıfla ses kelimesi ile birleştirilmiş ve hakikatin tınısı, gerçeğin çığlığı, ilahi feryad çağrışımları yapması amaçlanmıştır. O feryad ki “Bu gülşendeki rengi ahengi siyehden”dir.
Tanımın içi zaten teknik bakımdan zengin olan müzik ıstılahımız tarafından doğal olarak doldurulmuştur. Fakat önerilen tanımın müziğimizin gelişmesine katkıda bulunabilmesi için “köklü” veri tabanının atıl kısımlarının müfredatla buluşturulup yeniden aktivasyonunun sağlanması ve yeni sürümün diğer programlarla (kültürün diğer şubeleriyle) eşgüdümlü olarak geliştirilmesi gerekmektedir.
Geleneğin kabaca 16. yüzyıla kadar aralıksız ürettiği anlam dünyasının takviyesiyle Türk Müziği 1800’lü yılların son çeyreğine kadar Kökses’i yeniden ve yeniden yorumlayarak güncellemeyi başarmış olmasına rağmen bu tarihten sonra tekrara düşülmüş, yeni terkipler bulmakta zorlanılmış, son kertede eski kaynakları teknik olarak yeniden yorumlamanın gelişme olduğu yanılgısına düşülmüştür. 18. yüzyılda görülen gelişme ise esasında ehl-i irfanın, avuçlarından kayıp gidenin farkında olmasına rağmen engelleyememelerini görüp feryat etmelerinin eseridir.
Gerek yazının tamamı, özellikle yukardaki paragrafın son cümlesi, değerli ilim adamı Sait Başer’in Divan Edebiyatı Vakfı’nda bu konu hakkındaki görüşlerini anlattığı birçok konuşmanın özeti niteliğindedir. Beğenerek öğrendiğim ve katıldığım bu düşüncelerin yazının ilham kaynağı olduğunu itiraf ederek teşekkür borcumu bir nebze olsun ödemiş olmayı umuyorum.