“Ölümün Biliyorum ey İstanbul Diriliş İçindir”

16118592_10210328996328538_1077848920_nHer köşesinde Evliya Çelebi’ye has bir duyuşla sezdiğimiz, Çamlıca’dan hangi köşesine baksak Sinan’ın “inşa değil ibadet” ettiğini görerek rahmet okuduğumuz, Galata Köprüsü’nde canân yanımızdayken bütün bir tarihi hissettiğimiz, her bakışta yepyeni bir idrâkle, sanki ilk kez görüyormuş gibi temâşâ ettiğimiz..
Tanpınar’ın Mümtaz dilinden söylediği gibi, “İstanbul’u mu yoksa birbirimizi mi seviyoruz?” diye düşünüşümüz, şehri sevmek ve gezmek için bir sevgiliyi bahane edişimiz, mırıldandığımız şarkılarda dahi “İstanbul’u sevmezse gönül, aşkı ne anlar” diye iç çekişlerimiz..
III.Selimde Sûzidilârâyla, Yahyâ Kemâl’de “Baktım konuşurken daha bir kere güzeldin/ İstanbul’u duydum daha bir kerre sesinde” dizeleriyle sevgiliyi güzel kılan bir unsur olarak, Adlî’de “ Pek hahişi var gönlümün ey serv-i bülendim / Yarın gidelim Çamlıca’ya cânım efendim” mısralarıyla, bütün bir vatan hülâsasını bu şehre tahmil ederek “İstanbul benim cânım, vatanım da vatanım, İstanbul, İstanbul “ diyen Necip Fazıl’da…
Varlıkla yokluğu, cemal ile celali, nurusiyahı birlikte hissettiğimiz zamanlarda “Ben İstanbul’da dağıldım zerre zerre, İstanbul damla damla içimde birikti” dizeleriyle Sezai Karakoç’ta…
Her ân, her sokağında bir velînin kabrinin olduğu, her köşebaşında bir çeşmenin bulunduğu, görebilen gözlere sırlarını açmakta cömert olan, insan olmanın gerekliliği, nisyanla kayıtlı olan bizlere “ölüm var yâ Ömer” uyarısı misâli dönüşün yalnız O’na olduğunu hatırlatan, ezelde Rabb sıfatıyla bize yönelip de sadâya “belî” diyerek aks-i sadâda bulunduğumuz o zamandan bu zamana fâili unutup da Ayşe’yi, Ahmet’i, Fatma’yı fâil görüp ahde vefâsız olduğumuz her lâhza başımızı çevirdiğimiz bir hazirede “lâ mevcûde illâ hû” rik’alarıyla karşılaşıp irkildiğimiz İstanbul..
​Evet, İstanbul en çok nerede tezâhür ve tecelli eder; İstanbul sanatının tekasüf ve tekâmülü nerededir derseniz, elbette mezar taşlarında, külliyelerde, camilerde, çeşmelerde, hanlarda, hülâsa mimarîdedir. Müslüman-Türk dünyasında bu mimarî yalnızca şekil verilmiş, estetize edilmiş maddelerden ibaret değildir. Bu mimarîye asıl hüviyetini veren şey, “birikim”dir. Tanpınar, bu süregelişi “Şurası var ki tıpkı kendimiz gibi geçmiş zaman da bizdeki aksiyle tekevvün halindedir.” cümlesiyle açıklar. Süleymaniye elbette mimarî bir şaheserdir fakat Süleymaniye’nin asıl tekamülü geçmiş zamanın ve kültürel mirasın ondaki izleriyledir. Süleymaniye’de bulunmayı, ona bakmayı değerli kılan; etrafını ören şiirler, şarkılar, efsaneler ve bu birikimle hissediştir. Bâkî’yi duyarak Süleymaniye’ye bakabilmektir. Anlaşıldığı üzre mesele ne bir nostalji, ne de geçmiş zaman seviciliğidir. Asıl mesele, kültürü inkıtaya uğratmadan bugün yaşatmak ve geleceğe intikalini sağlamaktır. Yaşadığım Gibi’nin bir yerinde “Bir şehirde hatıralar ve tarih yalnız kitaplarda yaşarsa, o şehir kendi zamanlarını kaybetmiş demektir. Çünkü asıl canlı hatıralar, zamanla kutsîlik kazanmış, tılsımın usta eli dokunduğu için canlanmış, ruh sahibi olmuş maddenin taşıdığı hatıralardır” diyerek bunca anlattıklarımızı iki cümleyle özetler.
​Tanpınar, vefatından hemen evvel bir radyo programı için hazırladığı fakat katılamadan sayılı nefeslerini tükettiği konuşma metnine, bizim asıl meselemizin ne olduğu sorusuyla başlar. Ne şiir, ne musıki, ne nesir… Ona göre asıl meselemiz şehir kültürünü kaybedişimizdir. İstanbul’u sevmenin medeniyeti sevmek olduğunu idrak ettiğimiz anda kendimizi, varoluşumuzu da idrak ederiz ki Huzur’un bir yerinde kahramanın“İstanbul’u tanımadıkça kendimizi bulamayız.” deyişi bunun ifadesidir. Hakikaten bu, böyledir. Sevmek, tanımayı da beraberinde getirirse bir anlam ifade edecektir. Banarlı, Karaçi’den Yahyâ Kemâl’e yazdığı bir mektupta,“Vatanı ve milliyetimizi sevmekten fazla bir meziyetiniz var: Sevmeği biliyorsunuz, bilerek sevmek dersini veriyorsunuz.” der. İstanbul’u da yalnızca sevmek değil, bilerek sevmenin gerekliliğini hatırlatır.

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.