Ritüelin Kutsanması

15284816_10211003322343045_1113156173336649045_nRitüel; Fransızcadan dilimize geçmiş, Latince kökenli bir kelimedir. Yaygın olarak dini bir tören veya ibadetin tanımlanmış yani zaman ve şekil şartları belirlenerek bir form halinde uygulanması kabul edilmiş prosedürleri manasına kullanılmaktadır. TDK sözlüğünde “1. ayin, 2. adet haline gelmiş olan” diye tarif edilmektedir.

Türkçemizdeki tapınmanın ve Arapçadaki ibadet kelimesinin tam olarak ritüelin karşılığı olmadığı, en azından bu yazı için maksadın daha iyi anlaşılmasına matuf tercih edilmiş olduğunun anlaşılacağını umuyorum. Ayrıca amacımız terminolojik bir araştırma ya da tartışma olmadığı gibi din ve ritüel konusuna akademik derinlikte eğilme takatinde olmadığımız da aşikardır.

Ritüel kavramı birçok terminolojik alanda yoğunlukla kullanılmakla birlikte özellikle din sosyolojisi sahasında sık kullanılan bir kavram olarak göze çarpmakta ve tezlerden saha araştırmalarına kadar bilimsel ve akademik çalışmalarda genel bir tanım olarak kabul görmektedir. Din ve ritüel ilişkisi öteden beri birçok düşünürün ilgi alanı olmuş ve her ne demekse “sosyo-kültürel” araştırmaların konusu olduğu gibi din sosyolojisinin de alakasından tabii olarak nasibini almış ve konu hakkında sayfalarca araştırma ciltlerce kitap yayınlanmıştır. Özellikle tarihi geçiş süreçlerinde toplumun nabzının tutulması ve  eğilimlerinin gerek siyasal gerek kültürel özellikle de estetik açıdan değerlendirilmesinin önemli anahtarlarından biri olagelmiştir.

Batılı yaşam tarzında görece dinle ilgisi yokmuş gibi görünen özel günler; sevgililer günü, babalar günü, doğum günü gibi saymakla bitmeyen ve  her geçen gün yenilerinin eklendiği ritüellerle hayatın hemen hemen her alanına nüfuz etmiştir. Böylelikle gerek seküler yaşamın doğası gereği “eski dinin”  hayatın çok sınırlı bölümlerine hapsedilmesiyle boşalan alanları doldurma işlevi görürken aynı zamanda kapitalist ekonominin en büyük açmazı olan sınırsız tüketim zorunluluğunun tahkimi maksadıyla da bu ritüeller olabildiğince çeşitlendirilip çoğaltılmıştır. Fakat biz konuyu bildiğimiz anlamıyla din bağlamında ritüelin sınırlarıyla kısa ve güncel bir değerlendirmeye tabi tutacağız.

Bir çok kavram ve pratikte olduğu gibi “dini ritüeller” de zaman içinde değişime uğramıştır. Bu değişim hem şeklen hem de içerik olarak kimi zaman ve hallerde de görece bir gelişme unsuru biçiminde kendini göstermiş ve toplumsal hayatı daha derinlikli bir iklime sürüklemiştir. Bazen de form ve içerik olarak yozlaşma emareleri gösterip zaten irtifa kaybına uğrayan toplumları daha aşağılara çeken bir enstrüman olarak neredeyse başat rol üstlenmiştir. Toplumsal hayatı doğrudan etkileyen ve şekillendiren hususiyetleriyle ritüeller önemini hiçbir zaman yitirmediği gibi dini ya da siyasi otorite tarafından toplumsal eğilimleri dolaylı yoldan manipüle etmenin bir aracı olarak kullanılmış ve özellikle günümüzde medyanın inkar edilemez gücünün takviyesiyle fert ve cemiyet hayatı bu ritüellerin nevzuhur sembollerle süslenmesiyle kitlelerin yönlendirilmesini daha kolay hale getirebilmiştir. Kanaatimce ideolojik bir yaklaşımla lokal siyasi amaçlara hizmet ettiği apaçık olan gıyabi cenaze namazları, iftar çadırları, toplu sünnet törenleri, uyduruk sema ve semah gösterileri ve saymakla bitmeyecek nice törenler bu çıkarcı yozlaşmanın bariz delilleridir.

Ritüellere eşlik eden müzik ve semboller ise başlı başına bir araştırma konusu olmakla beraber özellikle musikinin Türk toplumunun anlayışı ve hayatında vazgeçilmez bir önemi bulunmaktadır. Esasen özgün Türk Müslümanlığı kavrayışı, din ve ritüel gibi bir ayrımla şekillenmediği gibi İslam öncesinden gelen kadim kültürü itibarıyla musiki sanatı, Türk itikadının hem bir alameti farikası hem de kendini ifade ettiği en derinlikli zemin olarak tebarüz etmektedir. Müzik diğer dinlerde özellikle Hristiyanlık ve Hinduizm’de ritüellerin kesafetini artırmak ve duygusal yoğunluğu doruğa çıkarmak amacıyla da kullanılırken klasik Türk musiki macerası; bırakın ibadetleri, bizzat dinin özünden ayırt edilmesi mümkün olamayan irtibatı hasebiyle itikadın sedası olagelmiştir. Öyle kiEskiTürkler’de müziğin Kök Tengri’ye aidiyeti, bizatihi müziğe “Kök” ya da “Köğ-Küğ” adının verilmesiyle dikkat çeker.”(*) Görülüyor ki  tarihten gelen bu Tevhidi derinliğin ontolojisi gereği din ve ritüel diye bir ayrım literatürümüzde bulunmamaktadır. Fakat popüler dolayısıyla geçici olduğunu varsaydığımız din algısı, teoride Tevhidi sloganlarla donanmış olmasına rağmen pratikte parçalı bir yapı arz etmekte ve ritüellere de bu parçalı yapının diğer parçasında ne yazık ki gurbet hayatı yaşatmaktadır.

Dini ritüellerde anlam ve kavrayış kaymasından İslâm dininin mensupları da maalesef nasibini almış görünmektedir. Her din vazettiği inanç sistemine bağlı olarak kişinin ebedi mutluluğa ulaşması için bu inançla beslendiği, inancında onunla takviye edilebileceğinin öne sürüldüğü birtakım vazgeçilmez ritüelleri müminlerine tavsiye etmektedir. Fakat İslam özelinde ritüel, gönüllülük esasına dayanarak bir lütuf ve ikram izanıyla algılanmakta idi ve böylelikle salt sosyal yaşamı değil, doğum ve hatta doğum öncesinden ölüme, oradan da ölüm sonrasına kadar bütün bir hayatı etkilemekte, bu haliyle ritüel fert ve cemiyet hayatını vazedilen itikadi çerçeve içerisinde kaçınılmaz olarak şekillendirmektedir.

Dinin ritüel formasyona indirgendiği günümüz anlayışı burada durmakla yetinmeyerek ritüelleri de kendi içinde parçalı bir yapıya büründürmüştür. Öyle ki her ibadet, diğerinden azade kendi özerk alanında farklı bir içerik ve formasyona doğru evrilmekte ve bu yöneliş, bireysel hayatı dahi kendi içinde bağımsız bölümlere ayırmaktadır. Bu anlayışa göre itikat ayrı, dini hayat ayrı, ritüeller ise apayrı bir yapıdır. Bu çarpık itikada göre “namaz dinin direği”dir. Öyle ise hac dinin nesidir? Kurban nerededir? Şehadet bir ritüele tabi midir?… gibi sorular hiç de yabana atılası değildir. Bu anlayışa kanıt olarak gazetelerde zaman zaman rastladığımız “falanca ecnebi filanca müftü önünde kelime-i şehadet getirerek Müslüman olmuştur” benzeri haberlerini ve ilmihal kitaplarında ibadetlerin daha efdal olan şekil ve içeriklerinin detaylandırılarak kategorize edildiği satırları gösterebiliriz.

Meseleye daha dikkatli bir gözle baktığımızda görmekteyiz ki ritüellerin özgün anlayış ve pratiklerden yer yer uzaklaşması, ayrıca birey ve toplumun istenilen formata uygun hale getirilmesi amacıyla hatta bu hesapların olmadığı zamanlarda toplumsal hafızanın ezber tuzağına düşmesiyle asıl gayenin neredeyse tam tersi fonksiyonlar içeren bir yapıya büründükleri gözlemlenmektedir. Ritüeller kimi zaman bir mezheb ya da bir tarikat adına, kimi zaman siyasi otorite militanları tarafından kendi işlerini kolaylaştıracak enstrümanlar olarak da olabildiğince tahkim edilmekte, bununla yetinmeyip zamanla uygulamanın kesafetini artıracak gûya tarihsel dayanaklar bulmakta ve o da yok ise uydurulmasına ve çeşitlendirilmesine örtülü olarak dahi olsa destek vermektedir. Böyle bir otoriterliğin olmadığı zamanlardada milletlerin yaşadığı farklı tarihi süreçler neticesinde ve diğer başka saiklerle de olsa bu ve benzeri anlayışlar bireyin dünya görüşüne, oradan da toplumsal hayata inceden inceye nüfuz etmektedir. Dolayısıyla bu kesif iklim, müntesipler tarafından zamanla kanıksanmakla kalmayıp bağlılığı ile mesut olunacağına iman edilen dinin özü ile bireyin arasında günden güne kalınlaşan bir perde oluşturmakta ve bu perde adeta kıblegaha dönüşüp tabiri caizse önce istikamette bir belirsizliğe, sonrada bu muğlaklığın getirdiği kaçınılmaz netice olarak ritüeller ile iman edilenin ayrı düzlemlerde ele alındığı  gizli bir dualist zihin yapılanmasının şekillenmesine yol açmaktadır. Bu ikili dünya görüşü devamında seküler bir tarz-ı hayat ile karşımıza çıkmakta ve uzun vadede siyasetten sanata, üretimden cemiyet hayatına kadar geleneksel değerlerin içini boşalttığı gibi akabinde nevzuhur bir estetiğin, yaşamın bütün alanlarını işgal ederek neredeyse başlangıcında içselleştirilmiş özgünlükle alakalandırılması mümkün görünmeyen bir noktaya sürüklenmesine sebep olmaktadır.

Varoluşumuzu nasıl anlamlandırdığımızın estetik bir tercih olduğu ön-kabulüyle hareket ederek konuyu müslümanlık özelinde ele alırsak ritüellere (Müslümanlık pratiğinde ibadet olarak adlandırılan belli bir zaman ve şekil şartına bağlı olan tapınma formları; hac, namaz vd.) yüklediğimiz anlamların zamanla deformasyona uğramasıyla başlangıçta insanın hakikati apaçık görüp Hak ile yekvücud olduğu, “gönül”ünün hayatının her alanında hem dikey hem de yatay olarak hiçbir zorlama ve görev telakkisi hissine kapılmadan kendiliğinden günlük yaşamın olağan akışı içerisine yer alan bir pratik olmaktan çıktığını görüyoruz. Bu ritüeller, zamanımızda birey için vakit ve şekil şartlarına kayıtsız şartsız uyularak ve mümkün olduğunca toplumsal olarak ifa edilmesinde fayda görülen vazifeler olarak algılanmaktadır.

Popüler dini kavrayışta bütün ritüellerin Tanrı’ya yakınlaşma aracı olarak görüldüğü anlayışı hakimdir. Bu anlayış, kişiye göreTanrı’nın başka ve uzak bir yerde olduğu ve arzu edilen yakınlaşmanın ibadetlerin ilmihal kitaplarında yazılan şekliyle yerine getirilip borcun edasıyla gerçekleşeceği anlayışını pekiştirmektedir. Dikkat edilirse burada bir Tevhit ve Vahdet’ten ziyade yakınlaşmak sözkonusudur. Zira ona ancak yaklaşılabilir. Bu anlayışta kendi içinde bir tutarlılık varmış gibi görünmektedir. Çünkü görülememesi, işitilememesi ve insani imkanlarla hissedilememesi iddiası, tabii olarak yarattıklarından başka bir mekanda olduğunu var saymayı beraberinde getirir. Dolayısıyla olabildiğince yakınlaşmak için tek araç olan ritüellerin, bırakınız toplumu birey için dahi şaşmaz bir takvim ve forma bağlanması zorunludur. Oysa birey tamda işin başında şehadet şartına muhatap olduğunu göz ardı etmekte veya unutmaktadır; sanki onun olmadığı bir zaman ve mekan varmış algısı zihinlere sinsice yerleşmektedir .Bu unutuş, yaratılışının tabiatı gereği arızi bir durum arz etmiş olsaydı makul karşılanabilirdi fakat geçici bir nisyan olmaktan çıkıp önce bireye, sonra da topluma bir ahlak olarak yerleştiğinin değerlendirilmesi ile eleştiriye muhtaç olduğu apaçık ortadadır.

Burada gaye dipsiz bucaksız bir kelam tartışmasına girmek değildir .Zira müellif, böyle bir münazaraya girmeye ne ilminin ne de takatinin yeteceğini bilmekte. Kaldı ki bu türden tartışmaların günümüz için gereksizde olduğunu düşünmektedir. Mevzu-u bahis olan, dini anlayışımızda ritüllerin nasıl anlaşıldığı ve bu anlayışın ontolojiye olan menfi etkisidir. Eleştirimizin içerden bir bakışla hattı zatında yine kendimize olduğu aşikardır.

Kaldığımız yerden devam edelim:

Arzu edilen “yakınlaşma” ihtiyacı, ritüellerin zamanla bir vazife telakkisiyle eda edilmesi sonucunu doğurur ve  görev anlayışı yerleştiği andan itibaren “kul” bir dilenciye, Tanrı da bir krala dönüşür ve zamanla bu ikili algı bütün hayatı kapsar. Öyle ki yerine getirilen her ritüel sonrası el açılan efendiden karşılığı beklenir. “Yalan dünya”da karşılığını bulamadığı zamanlarda ise “öbür dünya”da mutlaka tahsilatın gerçekleşeceğini bilir. Buradaki tahakkukun hem niteliği hemde niceliği şaşılası bir beyhudelikle arz-ı endam etmektedir. Başlangıçta sevgiliyle halvet imkanı olarak görülen ve bir lütuf olarak özlenen ritüel, zamanla “kıl beşi, kurtar başı” anlayışına mahkum olup bir borç-alacak ilişkisine dönüşmüştür. O kadar ki vaktinde eda edilemeyen borçların tabiri caizse gecikme zamlarıyla ödenmesi yolu dahi bulunmuştur. Bu borcun vaktinde ve şekli şartları yerine getirilerek edası o kadar mühimdir ki mesela bir mümin hac farizasını yerine getirirken hemen yanı başında devasa demir ve beton yığınları diğer “din kardeşleri”nin üzerine devrilip etrafı imdat çığlıklarıyla dolsa bile o an o emsalsiz vazifeyi kusursuz olarak yerine getirmekle yükümlü olduğunu kabullenmiştir. Ama zaten insanların böylesi kutsal bir yerde böyle bir faciayla da olsa can veriyor olmaları bile ölenler için bir mükâfattır!

Maalesef mezkûr anlayış böylesi bir irtifada seyretmektedir.

Esasen “Tanrı” değil de insan merkezli bir izan ve kavrayışa sahip olan bu imanın fertleri, Tanrı’yı yüceltiyor görünümlü ritüellerin kutsanmasıyla Tanrı’yı toteme, ibadetlerini de tabular etrafında yapılan anlamsız bir tavafa dönüştürme eğilimi göstermekteler. Aşktan başka kutsalı olmayan bir dünyanın çocukları için gittiğimiz bu kaba yolda bizi hayal kırıklığından başka bir şey beklemiyor. “Tanrı kutsalsa başka hiçbir şey kutsal olmamalı, başka hiçbir şeyin ezelî-ebedî olmayıp yalnızca Allah’ın ezelî-ebedî olması gibi. Çok şık gözüken ve ilk bakışta insanı kilitleyen bu durumun anahtarı ve çıkış yolu, aslında bizzat bu iddianın kendi boşluk ve çelişkilerindedir. Bu iddia tevhidi esas alma kaygısından hareket etse de farkına varmadan bir başka açıdan Tanrı’yı “nesne”leştirmektedir.(**) Alıntıda bahsedilen nesneleştirme, teorik düzlemde cereyan ediyor gibi görünse de bu “nesne”leştirmenin en önemli ayaklarından biri de hiç şüphesiz çarpık ibadet anlayışının ta kendisidir.

Başka bir misal ise kurban ibadetinden verilebilir. Kurbanla ilgili Hac Suresi 37.ayetin; “Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır fakat ona sizin takvanız ulaşır.” şeklinde çevrildiğini görüyoruz. (Etleri ve kanlarıyla ulaşamazsınız, çevirisi daha anlaşılır olurdu kanaatimce.) Esasen kesilmesi ve kanının dökülmesi istenenin, Hak ile aramızda perde olarak gerilen her türden düşünce pratiğin olduğu görülmektedir. Bu her birey için başka başka şeyler de olabilir; mülk, evlat, makam ve hatta ritüellerin bizzat kendisi de olabilir. “Aramıza giren ve şeksiz şüphesiz Şehadet imkanına ve vuslata mani olacak her ne var ise kes kafasını kopar, öyle gel!”diyor ayet. O mahremiyette harici hiçbir aracı unsura yer olamayacağını haykırıyor. Yani İbrahim’e yönelik “İsmail’i kaldır aradan!” sedasını duymuyorsak o eylem bir ritüel olmaktan öteye geçmiyor. Aynı şey diğer ibadetler için de geçerli: Formasyonun kutsanması biganelerle ünsiyet marazı taşıyor. Böylesine şekle sadakat, asıl dostun ihmalinden başka bir neticeye yol açmayacağı gibi bu ihmal bir virüs şeklinde bütün bir bünyeyi kuşatma temayülü gösteriyor.

Ritüelle bağlantısı dolaylı olsa da bir diğer gözlemimi daha dile getirmeden edemeyeceğim: Yıllar önce Güney Amerika’da, yanılmıyorsam Şili’de, kuş uçmaz kervan geçmez bir dağ başında yeni bir kilise inşaası haberini fotoğraflarıyla görüp o kadar şaşırmıştım ki… Eğer bu bir manastır olsaydı anlayabilirdim çünkü manastırlar genellikle amacına uygun olarak mümkün olduğunca ücra yerlerde inşa edilirlerdi. Oysa bu bir tapınaktı, vaziyet vahimdi. İşin ucu, tapınağa tapınma boyutuna kadar ulaşmıştı. Rio De Jenerio’daki İsa heykeli de zamanında ruh dünyamda aynı intibaı bırakmıştı.Teslisle Tevhidi parçalayan anlayış, en sonunda bir heykeli “kutsamayı kutsama”ya kadar varmıştı. Mezkur anlayışın bu noktaya ulaşmasında menasikin kutsanmasının payı hafifsenemeyecek kadar önemlidir. Hiçbir dinin bağlılarının, bu tehlikeli anlayışa sürüklenmekten muaf olduklarını düşünmemekteyiz.

Dini ritüellerin yani müslümanların gündelik kullanımında “ibadetlerin” ilkel bir tapınma aracına dönüşmesinin menfi sonuçlarını; musikiden mimamiriye, siyasetten ekonomiye, akademik ve bilimsel hayattan gündelik ilişkilerimize kadar tahribatının bir envanterini çıkarma imkanı olsaydı, ciltler dolusu arşivimiz olurdu. Şüphesiz usûl asıla ulaşma maksadından azade olursa varacağımız menzil, bir uçurumun kıyısından başka yer olamayacaktır. Bu yol üzerindeki tecrübelerin sahiplerinden birisi usûlüyle sevmenin bir sanat olduğunu ve varoluşumuzu anlamlandırırken estetik tercihlerimizin nasılda kimliğimizi ele veren bir gösterge olduğunu ima edercesine sesleniyor.

Güzel sevmekte zâhid müşkilin var ise bizden sor
Bizim ol fende çok tahkîkımız itkaanımız vardır***             

Görünen o ki güzel sevmekte müşkilimiz var.

 

*Fatma Adile Başer  Türk Kültür Sistemindeki Paradigma Bağlamında “Kök” Ün “Makam” A Evrilme Süreci                   **İsmail Doğu  Kutsala Dönüş Hayata Dönüştür.
***Nedim                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                          

 

Bir cevap yazın

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.