Doğrusu ben Hillary’nin kazanacağını düşünüyordum. Yanıldığımı söylemeliyim. ABD gibi halkın önüne iki adayın çıkarıldığı ve seçmenin ikisinden birini tercih etmeye zorlandığı ülkelerde istenen adaya seçimi kazandırmanın en kestirme yolu, karşısına seçilmesi zor bir şahsı çıkartmaktır. Halkın teveccüh göstermesi imkânsız gibi görünen bir kişiyi aday yapmaktır. İşte Trump, tam öyle bir adaydı. Ne söyleyeceği kestirilemeyen, her an kendisinden hiç umulmadık şeyler beklenebilen, narsisizm hastalığına yakalanmış, ekseni hayli kayık bir egomanyak. Daha ilk bakışta herkesin gözüne çarpan portre bu.
Nitekim aynı taktik daha önce de denenmiş ve kolayca da sonuç alınmıştı. 1988 seçimlerinde baba Bush’un karşısına Rum lobisinin adamı olan Michael Dukakis çıkarılmış; halka güven vermeyen bu şahıs, Bush’un seçimleri kazanmasını kolaylaştırmıştı. Seçilmesi istenenin karşısına seçilmesi zor olanı çıkarmak, Amerikan siyasal sisteminin zaman zaman kullandığı en etkili yöntemlerden biri. Fakat bu seçimlerde ters tepti.
Yıllar önce okuduğum bir makalede -daha Obama ortada yokken- ABD’de toplumun siyahi bir başkana bile sıcak bakabileceği fakat bir kadının başkan seçilmesinin bu yapı içerisinde o kadar kolay olmadığı ifade ediliyordu. Genetiğinde zenci düşmanlığı olan beyaz Amerikalılar, siyahi bir başkana bile sıcak bakardı ama yarısından fazlası kadın olan ABD toplumunun bir kadını o koltuğa oturtması hiç de sanıldığı kadar kolay değildi. Bir kadın ile bir erkeğin düellosuna sahne olan son seçim, bu iddianın sınanarak doğrulandığı bir yarış oldu.
Seçimleri erkek aday kazandı. Üstelik de toplumun yarısını hedef alan en bayağı ve ağıza alınmaz sözleri hoyratça sarf etmesine rağmen. Bir başkan adayında olması gereken asgari nezaketten çok uzakta bulunmasına rağmen.
Trump’ın geçmiş yıllarda kadınlara ilişkin yaptığı açıklamalar, karşı cinse dönük çirkin nitelemelerde bulunması sadece kamuoyu ve Demokratlar nezdinde değil, aday olduğu Cumhuriyetçi Parti içinde bile şiddetli tepkilere yol açtı. Partisinin içinden kendisinin adaylıktan çekilmesi gerektiğini söyleyenler dahi çıktı. Bu durum müstakbel First Lady’ye sorulduğunda o bile bu sözlerin arkasında duramadı ve eşinin özrünün kamuoyu tarafından kabul edilmesini rica etti. Bütün bunlara rağmen Trump, o nobran ve kendisinden emin tavrıyla eleştirilere kulaklarını tıkayarak yoluna devam etti ve sandığın içinden çıkmayıı bildi.
Ayrıntılı sonuçlar, işçi sınıfına mensup beyaz kadınların % 53’ünün tercihlerini Trump’tan yana kullandıklarını ortaya koyuyor. Yani emekçi kadınlar, dış politika söylemleri ağır basan Clinton’ı değil de ABD’nin kendi iç problemleriyle uğraşması gerektiğini savunan Trump’ı desteklemiş. Ağzı gevşek Trump’ın kadınlara yönelik son derece galiz beyanları, bu kesimin hiç de umurunda olmuşa benzemiyor. Hem de diğer adayın, hemcinsleri olmasına rağmen.
Evet, Trump kadınlara hor bakan bir kişilik profili çizerken rakibi de erkek değil, kadındır. Bu durum, seçmen tercihiyle de birleştiğinde ortaya daha da ilginç ve girift bir manzara çıkıyor. Böyle bir kompozisyon içinde dahi seçimleri Trump kazanıyor.
Geçmişte ağzından çıkan endazesiz sözler, çiğlik ve hoyratlığının belgesi olan işitsel ve görsel malzeme taşınması zor bir günah çuvalı halinde önüne konulmasına rağmen halk Trump’ı cezalandırma yoluna gitmedi.
ABD toplumunu bizdeki bazı çevrelerin tabu haline getirdiği değerler üzerinden anlamaya çalışmanın pek mümkün olmadığı bir kez daha anlaşıldı. ABD seçimlerinden en çok ders çıkartması gereken gruplardan biri de herhalde bizdeki feministlerdir. ABD seçmeni ülkesinin dünya karşısındaki imajını güçlendirebilmek adına sırf kadın olduğu için Clinton’u o makama oturtma yoluna gitmemiştir. İmajını güzelleştirmek gibi bir fantezisinin olmadığı görülmüştür. Görüldüğü kadarıyla Amerikan halkının; “Avrupa’daki birçok ülkenin hatta Türkiye’nin bile bir kadın başbakanı oldu, neden hala bizim bir kadın başkanımız yok!” cinsinden bir derdi yoktur. Bu önemlidir.
Seçimler ve seçim sürecinde yaşananlar başka önemli mesajlar da verdi. Hem babası hem kardeşi başkan olan Jeb Bush Florida’da yapılan önseçimleri kaybederek başkanlık hayaline veda etti. Clinton ise önseçimleri kazanarak aday olmayı başardı. Fakat onun da ümitleri başkanlık seçimlerinde sandığa gömüldü. Ard arda gerçekleşen bu iki önemli kırılma, halkın siyaset kurumuna verdiği bir mesajdır.
Amerikan seçmeninin uzun süreli bir siyasi hanedanlık rejimine sıcak bakmadığı anlaşılıyor. Zaten ABD tarihi bunun örnekleriyle dolu. Adaylar seçimle bile iş başına gelseler aynı aileden gelen kişilerin sürekli iktidar koltuğunda oturması şık bulunmuyor. Bu sebeple son seçimler, bir aileyi topluma dayatmanın geçersizliğini de ortaya koydu. Geçmişte bir dönem siyasi hayatta varlıklarını hissettirmiş Kennedy ve Adams gibi ailelerin bugün yerinde yeller esiyor. ABD tarihine iki güçlü başkan hediye etmiş Roosevelt Ailesi’nden kim var bugün ortada? Soylarından gelen şahısların esamileri bile okunmuyor artık. Bu durumda Bush ve Clintonların da bir süre sonra piyasadan çekilerek nisyana gömülmeleri mukadder. Gönüllerden ırak oldukları gibi gözlerden de ırak olacakları günler yakın.
Burada başarı yahut başarısızlık da çok önemli olmuyor bence. Zira Bush ailesi ABD toplumunda kötü hatıralar bıraksa da şahsi kusurlarına rağmen Bill Clinton, ABD tarihinin en sevilen beş başkanından biri olma avantajına sahip. Başkan olduğu dönemde toplumun hayat standartlarını yükselterek halka yaşattığı güzel günlerle hatırlanıyor. Buna rağmen halk, o güzel günlerin hatırına da olsa eski başkanın karısına açık çek yazmadı. Bush’un ardından Clinton’un da kaybetmesi, Amerikan siyasetinde uzun süreli hanedanlara yer olmadığının açık bir göstergesi.
Seçim sonuçlarını bir de Clinton üzerinden değerlendirelim. Bu kadının İsrail politikasına olan yakınlığı biliniyordu. Dünyanın en önemli medya kuruluşları kendisinin arkasında olmasına rağmen hedefine ulaşamadı. Seçim hep başa baş gitti ve tercihini çok açık bir şekilde İsrail’den yana yapan taraf kaybetti. Ben Yahudi lobisini arkama alırsam seçimleri kazanırım, düşüncesi iflas etti. Ortadoğu politikasına ilişkin İsrail’in menfaatlerine uygun düşen söylemleri hanımefendiye seçimleri kazandırmadı.
Burada Yahudilerin kaybettiğini söylemiyoruz. Onlar ABD’de kolay kolay kaybetmez. Ama sırf onlara dayanarak kazanacaklarını düşünenlerin de yanıldıkları görülüyor. Ayrıca ilginç olan noktalardan biri de her iki adayın da damatlarının Yahudi olması. Kızlarını Yahudi ailelerin çocuklarıyla evlendirmişler. Hayatlarının en büyük adımını atmadan evvel, ülkenin en güçlü lobisiyle akrabalık kurmayı gerekli görmüş her ikisi de.
Clinton’un seçimleri kaybetmesinin bir sebebi de yüz ifadesindeki samimiyetsizliktir. Kararsız seçmen bu samimiyetsizliği görmüş ve gereğini de yapmıştır.
Kendi dertleriyle meşgul halk, ne anavatanından binlerce kilometre uzaktaki problemlere ilgi duyuyor ne de kadın düşmanı Trump’ın geçmişte kırdığı potları önemsiyor. Yalnızca siyasilerin kendi özel hayatındaki problemlere eğilmesini istiyor. Dış politika söylemlerinden ziyade iç politikaya ve halkın günlük yaşantısına dönük mesajlar seçmene ulaşıyor.
Toplumun kendisine has bir rasyonaliteye sahip olduğu, fanteziler üzerinden tercihte bulunmadığı görüldü. ABD seçimlerinde söylemler çok önemli. Kim insanların geleceğe dönük umutlarını besler, diğerine göre bu konuda daha inandırıcı olursa ipi göğüsleyen o oluyor.
Hillary bir dahaki seçimlerde aday olur mu? Bence olur. Richard Nixon 1960 seçimlerinde kaybedince geri çekilmiş fakat yıllar sonra şansını yeniden deneyerek başkanlık koltuğuna oturmayı başarmıştı. Hırs kumkuması Hillary yeniden aday olur da ona bugün bir şans tanıyanlar, acaba kendisine ileride yeni bir lütufta bulunurlar mı? İşin püf noktası da bu zaten. Arkasındaki güçler, onu bir daha aday gösterir mi? İlk seferinde büyük yarışı kaybetmiş bir at için ikinci defa bahse girer misiniz siz? Neticede Adlai Stevenson* gibi iki kere üst üste başkanlığa aday olup kazanamayanlar da var bu ülkenin tarihinde.
Seçimler boyunca adayların birbirlerine karşı söyledikleri en ağır sözlerin, mahremlerine kadar uzanan saldırıların seçimlerin son bulması ve tarafların birbirlerini kutlamasıyla birlikte yalnızca bir siyasi blöften ibaret olduğu görüldü. Gerçekte onlar birbirlerine değil, halka blöf yapıyorlardı. Halk nezdinde inandırıcı olabilmek adına birbirlerine kıyasıya saldırıyorlardı. Seçimlerin bitmesiyle beraber tiyatro da sona erdi. Meşhur sözdür: İt iti ısırmaz.
Nejat Muallimoğlu üstadın “Politikada Nükte” isimli bir eseri vardır. Anglosakson kökenden gelen siyasetçilerdeki humor his ve kabiliyetine dikkat çeker. Onu örnekleriyle anlatır. Yaşanan son seçim artık bu özelliğin de zayıfladığını, siyasetteki irtifa kaybına paralel olarak kaybolmaya yüz tuttuğunu gösteriyor.
Ortaya çıkan neticeyi bir tarafın zaferi olarak görmek yanıltıcı olur. Bu bir seçim zaferi değil kesinlikle, fotofinişle adaylardan birinin yarışı kıl payı önde bitirmesi. Seçim öncesi sık sık yapılan kamuoyu yoklamalarının da gösterdiği gibi anketler hep birbirine yakın olup inişli çıkışlıdır. Seçim üç gün evvel ya da üç gün sonra yapılsa aksi neticenin çıkması da mümkündür.
Trump’ın seçim zaferi(!) gerçekte kendisinin ya da Cumhuriyetçi Parti’nin değil, siyasi çürümenin zaferidir. Bugün artık sahnede ne Roosevelt gibi bir iktisadi deha ne de Eisenhower gibi bir savaş kahramanı var. Kennedy gibi şimdikilere nispetle kalibresi hayli yüksek bir siyasi kişilik de yok ortalarda. Amerikan siyaseti güçlü ve arkasından gidilebilir siyasi elitlerden mahrum. Kendi içinden onları çıkartamıyor. Üç çeyrek asır evvel ABD’yi yönetenlerin çömezi bile olamayacak adamlar zirvelerde koşturuyor. Bu seçim sadece ABD tarihinde değil, belki de dünya tarihinde iktidar elitlerindeki yozlaşmanın kendisini en fazla hissettirdiği seçim oldu.
Clinton’un arkasında bugüne kadar hep devletin doruklarında nefes alıp vermiş çeyrek asırlık bir siyaset tecrübesi vardı. Trump ise bu görgüden mahrum. Politikaya, özellikle de uluslararası siyasete yönelik hiçbir deneyime sahip değil. Kendisinden güçlü bir politik vizyon sergilemesini beklemek abes.
Amerikan sisteminde Beyaz Ev’in(White House) sakinleri gerçekte devletin halkla ilişkiler müdürüdür. ABD’yi yöneten akıl, onların aklı değil. O yüzden de sistemin içinde hareket etmeye mecburlar. Ancak sistem içinde çözüm üretebilirler. Halkın menfaatine de olsa sınırları zorlayamazlar. Pusulayı şaşıranın, rotayı değiştirmeye kalkanın başına olmadık işler gelebilir. Nitekim Kennedy gibi sistemin kırmızı çizgilerini bypass edip onu aşma gayreti içerisinde olan sıradışı kişilikler, normal olmayan yollardan tasfiye edilmiştir.
İstikbalde kopması muhtemel büyük gürültünün ayak sesleri duyulmaya başladı bile. Seçimler biter bitmez Kaliforniya birlikten ayrılma isteğini dile getirdi. Daha önce Nevada’da benzer bir taleple gündeme gelmişti. Hiç şüphem yok, bu gidiş fren tutmaz. ABD’yi sıkıntılı günler bekliyor.
Obama seçildikten hemen sonra ülkenin çeşitli eyaletlerinde art arda ayaklanmalar çıkmıştı. Bu ayaklanmalarda başı çekenlerse zencilerdi. Siyahi bir adamın başkan olması bile bir denge oluşturmaya yetmemiş, tam aksine mevcut dengeleri sarsmıştı. Suların durulması beklenirken durgun denizlerde bile fırtınalar kopmuştu.
Tarihin ağırlığından kurtulup topluma yeni bir ruh aşılayabilmek açısından bir zencinin başkan seçilmesi isabetli olabilirdi. Bu durum, sosyal barışın teessüsüne de hizmet ederdi. Ama sonuç hiç de umulduğu gibi olmadı. Yapılan tercih, arzu edilen neticeyi doğurmadı.
Bugün ise durum sekiz yıl öncesinden daha kritik. Doksanlı yıllarda SSCB’nin çökmesinden hemen sonra Rusya’da yapılan seçimlerde ruh hastası Rus milliyetçisi Vladimir Jirinovski’nin başında olduğu partinin başarı göstermesi, şaşkınlık ve endişe yaratmıştı. Hatta o zaman başkan olan Bill Clinton; “Kimse Jirinovski’yi ciddiye almasın.” demişti. Acaba ileride buna benzer bir açıklamayı birileri yapar mı? Ya da dünya Trump’ı ciddiye alır mı? Onu bilmem ama ABD dünyanın patronu olduğu müddetçe herkes ABD’yi ciddiye almaya mecbur. Başında kim olursa olsun.
Trump, ABD’nin Jirinovski’sidir. Yaklaşmakta olan felaketin habercisidir. Dibe vuran siyasetin daha doğrusu dibe vuran toplumun suyun üzerine çıkardığı bir figürdür. O yüzden de böyle bir adamın iş başına gelmesine şaşmamak gerekiyor.
* 1952 ve 1956 ABD başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi Parti’den iki dönem üst üste başkan seçilen Eisenhower’a kaşı, iki sefer başkanlık mücadelesi verip kaybeden Demokrat aday.